rüya

entry805 galeri video12
    607.
  1. sesli olsa iki dkda anlatabileceğim bir şey nasıl bu kadar uzun oldu bilmiyorum. hoşuma gitmedi. bu birkaç hafta evvel görülmüş bir rüya. dikkat etsikliği ve zamanın etkileri anlatımda gayet belli etmiş kendini.

    sadece sonunu hatırlıyorum. o noktaya nasıl geldim bilemem. saçlarım kısa kesim, üstümde eski, kirli, yıpranmış bir yağmurluk, benzer durumda bir atkı ve parmaksız eldivenler. yanımda yavru bir köpek, elimde metal bir bardak var. bir geçiti koruyorum. geçit iki büyük kapıdan ve ortasındaki koridordan oluşuyor. geçitin bir yanı iskele benzeri bir yere bakarken diğer yanı bulunduğum şehrin oldukça işlek bir yerine bakıyordu. evsiz veya gezgindim ama sanki çoğu insanın bilmediği birşey bildiğim için orada kalmayı seçmiştim. kahvemden bir yudum alıp geçide yaklaştım. geçidi açmak istiyordum. biraz hava almaya ihtiyacım vardı. fakat bu garip çünkü açık alandayım. hava her yerde özgürce dolaşıyor. yinede boştaki elimi parmaklığa koydum. içimi bir korku sardı, yabancının sözleri geldi aklıma. kaybolmadan önceki son sözleri "kimse geçitten geçemez! ne olursa olsun!"... bilmiyorum biraz hava almak istedim belki biraz daha yaklaşmak, insanlara ve gürültülerine yakın olmak güzel olabilirdi. uzun zamandır yalnızdım. içimdeki korkuya rağmen kapıyı açtım ve dünya birden durdu. sessizlik düştü, yoldan geçenler yollarına devam ederken göz ucuyla bana baktı. hepsi çok çabuk, çok kısa bir sürede oldu. birkaç saniye sonra herşey eski haline döndü. buna rağmen durmadım. korkuma rağmen biri veya birşey itiyordu beni. sağdan soldan süngeri çıkmış sandalyemi alıp geçitin önüne, koridora oturdum. köpeğim beni takip etti. "biri yaklaşırşa hemen geri dönerim." diye kendimi telkin ediyordum. etrafımı (koridoru) incelerken cebimden çakmağımı çıkardım sigara paketimi arıyorum. bunca yıl geçmesine rağmen hala aynı markayı içiyor olmam mı yoksa o markanın hala üretilmesine mi şaşırmalıyım bilmiyorum.

    paketi buldum ama oturduğum yerden yerdeki çöpleri ve aylar öncesinden kalma posterleri incelemek, geçidin diğer tarafındaki hayatları dinlemek oldukça dikkat dağıtıcıydı. ne kadar zaman geçti bilmiyorum. diğer geçitte bir adamın bizi izlerken yakaladım. gözlerinde ve sesinde heyecanı ile kararlılığı aramızdaki mesafeye rağmen çok belirgindi. elini geçitten uzatıp kısık titrek bir sesle "...kurtarıcımız!" dedi. anlamadım. hızla kapıyı açıp koridora girdi. "kurtarıcım!... efendimiz!..." bu sefer gözleri yaşlı yüksek sesle eliyle beni işaret ederek yaklaşmaya başladı. "ne diyorsun be adam ne kurtarıcısı ne efendisi?!! bir yanlışın var git buradan." sesimdeki panik barizdi ve anladım ki adam beni değil köpeğimi kastediyordu. derdi neydi? efendim ayağına yatıp yemek mi istiyordu? bu adam köpeğimi istiyordu. burada geçen zamanımda sahip olduğum tek yoldaşımı, tek dostumu, uzun zamandır benden başka gördüğüm tek canlıyı. ne adama yaklaşmak ne de adamın buraya yaklaşmasını istemiyordum gitmeliydim. var gücümle bağırıp çağırmaya başladım. bir noktada dikkatini çekmeye transtan çıkmasına sebep oldu, durdu. şaşkın bir ifadeyle nerede olduğunu anlamaya çalıştı. iyi misin diye sormak istedim ama adım atmamla beni görmesi ve telaş içinde kaçması bir oldu. anlam veremedim bu olaya. köpeğimi ve eşyalarımı alıp geçiti kapatmam gerekli diye geri dönerken sandalyenin yanı başında diğer geçite gözüm takıldı. "korktum gitmem çok daha iyi olur... yinede o adamı bir şekilde kaçırdım bir başkası gelirse yine kaçırırım veya ben kaçar geçiti üzerlerine kapatırım."... kişinin kendini haklı çıkarmak ve yaptığı yanlışı doğru kılmak için söylemeyeceği saçmalık yok. bazen çocuksu küçük önemsiz konularda, bazende kendini veya başkasını ciddi şekilde etkileyecek konularda. oturmaya devam ettim. sandalyemde oturup geçitin diğer yanını izlerken insanlar, arabalar, güneş ve gökyüzü herşey git gide hızlanmaya başladı. zaman benim için hızlanmıştı. bu süreçte ne karnım acıktı ne de elimdeki kahve bitti. yanıp sönen ışıklar, tanımlayamadığım sesler, sürekli renk değiştiren gökyüzü ve yerinde duramayan güneş ile ay... ışık gösterisi gibiydi. zaman hızlandığı gibi kademe kademe yavaşlamaya başladı. asıl hızına döndüğünde ise güneş uykuya hazırlanıyordu. küçük bir kız geçitten girdi. bücür üç yaşlarındaydı sanırım ve saçları birbirine çapraz iki süpürgeye benzer bir şekli vardı. köpeğimi gördü, köpeğime baktım. geçen zaman kahvemi bitiremedi belki ama az evvel ki yavru köpeği bir yetişkine çevirmişti. köpek ile kız göz göze birbirlerine yaklaşmaya başladı. kız iki adım attı üçüncüde bekledi. o an köpeğimin hissettiği muhtemelen meraktı. fakat küçük kızın gördüğü şeyden rahatsızlık duyduğu her halinden belliydi. köpeğim birkaç adım daha yaklaşınca küçük kızın yüzü sahip olduğu kemik ve kas yapısı ile yapması imkansız bir ifade aldı. gerilmekten derisinin rengi açıldı... korkunç bir maske gibi ve bize hırladı. köpeğim bu olay karşısında arkama saklanmayı seçti ve cüsseli uzun boylu biri geçitten içeri girip kızı savunur gibi kızın önüne geçti. kızın babasıydı sanırım, nazik birine benziyordu. kızı iyi mi diye ona kısa bir bakış atıp "özür dilerim! ben....af" kafasını kaldırıp karşısına bakarken gözü bir yere takıldı cümlesi yarım kaldı. "ben... inanamıyorum, lily?" adam ne beni ne de küçük kızı görüyordu. tek görebildiği tek dikkatini çeken arkamda kalan... birşey. "lily seni görebiliyorum. lily?!" koşar adımlarla bana yaklaşıyordu ama onu geçitten geçiremezdim. köpeğim geriye çekildi ve ben adama engel oldum. tüm gücümü kullanmıyordum ama kullansam da yeterli olmazdı. adam çok güçlüydü. beni bir kenara fırlatmasına tek engel istediği şeye ulaşmak ile her zamanki kibar, nazik hali korumak arasında kaldığı ikilem. delilik ile akıl sağlığı arasında gidip gelmek gibi. "seni görüyorum lily! söz veriyorum bir daha ayrılmayacağız, libby!!" adam bağırmaya devam ediyordu. küçük kız koridorun diğer ucundan bize yaklaşıyordu. yüzü eski haline dönmüş ama duygudan eser yoktu. düşünmeden edemedim "lily? libby? neden bahsediyor? neye bakıyor?". küçük kız yanımızda, geçitin önünde adamı bırakmadan arkama döndüm. gördüğüm şey bir tür üstü açık labirente benziyordu. tek farkı labirentin duvarları ile paralel uzanan su kanalları vardı ve adamın seslendiği şeyi gördüm ama anlamadım. geçitin karşısındaki duvarda sarı renkte bir tür çiçek grafitisi ve sanırım altında libby yazıyordu. olanları anlamaya çalışırken adam çırpınmayı bıraktı, sustu ve duvarın ardından güneş kamera flash'ı misali iki kere anlık parladı. ilk sefer gün değişti. ikinci sefer küçük kız grafitinin önünde beliriverdi. pes ettim. duvardaki zımbırtı ile ne yapacaksa yapsın gitsin diye adama müsade ettim. daha adam beni bırakamadan gene aynı şey oldu. zaman yine hızlanmaya başladı. fakat bu sefer farklıydı. korkmaya başladım. adamın cüssesine rağmen geçitin diğer yanını görebiliyordum. önce araçlar daha sonra geçip giden insanların sayısı azalmaya başladı. sıradan şehir gürültüsü yerini silah sesleri, patlamalar ve daha önce hiç duymadığım insan dışı bağırışlara bıraktı. bunu biliyordum çünkü hiçbir insan öyle bir ses çıkaramaz. insan sesleri ise azdı. uzaktan silah seslerinin eşliğinde geliyordu. yardım istiyorlardı... gökyüzü kan rengini aldı. kaynağı belirsiz binaların aralarından geçip gökyüzüne uzanan kızıl bir bulut vardı. geçitin diğer tarafındaki yol parçalanmış, karşısındaki binanın camları kırık duvarları yıkılmaya niyetliydi. uzaktan silah seslerinin eşliğinde geliyordu. yardım istiyorlardı... tuttuğum adam bir anda kayboldu ve zaman gene eski halini aldı. bir hata yaptım. sadece bir kişiye müsade etmiştim ama geçen zamanda sadece bir kişi gelmemişti. kendime geldiğimde etrafımda büyük bir kalabalığın ortasında buldum kendimi. evlerinden olmuş şehir halkından oluşuyordu kalabalık. kirli, aç ve dengesizdiler. sanırım çaresizlikleri onları birazcık yobazlaştırmıştı. küçük kız ile adam grafitiye bakıyor, kalabalık ise köpeğime ulaşmalarına engel olduğum için bana bağırıyor, küfrediyorlardı... aklı başında her bireyin korkması gereken en büyük korkulardan biri yaşayan zombiler... kaçmam gerekliydi, denedim ama üç adım atamadan beni yakaladılar. bizi duyan küçük kızın babası araya girmeye bir şeyler söylemeye çalıştı. ne yazık ki ne beni ne de onu kimse dinlemiyordu. herkes kalabalığın ortasındaki akbabaya benzeyen adama kulak vermiş, ondan başkasını görmüyorlardı. liderleriydi sanırım. daha doğrusu sesin kaynağı veya yılanın başı demek daha doğru. etrafındaki insanlar sanki onun bir uzuvu gibiydi. "efendimizle aramızdaki engel olan bu kafir! test edilmemiz için burada. yanıma getirin onu!" hiç susmadı ama ardından yaptığı şey yüzünden sadece bu iki cümle aklımda. beni tutan kişiler sayıca fazla olunca ne kurtulabildim ne de ayaklarım yere değdi. akbaba kılıklı lider çantasından tahta bir çekiç ile ne olduğunu bilmediğim bir alet çıkardı. barutsuz bir merminin kurşunu ile kovanı arasında bir kablo olması bu alete en yakın benzeyen şey olurdu. neşe ile kıkırdarken "yürümen kaçmana neden olur bunu istemeyiz değil mi? kanatlarını yol!" gibi bir şey söyleyip aleti topuğumun biraz yukarısına getirdi. çekici vurmak için kaldırırken acı hissetmek istemediğim için kendime rüya olduğunu hatırlatıp uyanmaya çalıştım ama gerekli yere ulaşamadım. muhtemelen ne olacağını merak ettiğim için uyanamadım. adam çekici diğer elindeki aleti indirmiş ayağımda bir delik vardı. en azından acı çok azdı. kalabalığın sevinç çığlıkları arasında diğer ayağıma da aynısını yaptı. herkes sevinirken ben şimdi ne olacak diyordum. neşesi geçmiş liderleri emri verdi "götürün şunu, -...........-'lara verin!". beni tutanlar lideri arkada bırakıp geçiti olmayan iki bina arasındaki başka bir koridora yöneldiler. burada dünya daha farklıydı. bulutsuz masmavi bir gökyüzü sanki yeni sabah oluyordu. hava soğuk, sokaklar bomboştu. bütün dünya sessizliğe bürünmüş, etrafta uçuşan kağıtlar, yollarda terk edilmiş arabalar vardı. birkaç araba alev almış bir başka araba kanla kaplanmış üstünde içine çökmüş bir ceset vardı. sola döndük sağımızda kalan büyük köprünün altına gidiyorduk. aklıma görüntüler hücum etmeye başladı. insanlığın durduramadığı yeni bir güç, gelmemesi gereken bir yerden gelmiş ve insanlık kaybetmiş. kamplara götürülen insanlar ve onlara yapılanlar. burada bir şeyler çok yanlıştı. "bir hata yapıyorsunuz! oraya tekrar gidemem! beni bırakmalısınız yoksa herşey için çok geç olacak!" neden bahsettiğimi bilmiyorum, önemli de değil. çünkü ne çırpınışlar nede bağırmam bir işe yaradı. solumdaki adam sırıtarak "endişelenme -........- kampına gidiyorsun o kadar.", bir başkası "-.........- hapishanelerinde insanları yediklerini duymuştum." dedi. yolun ortasında kendi aralarında muhabbet ederken yukarıdan iki taneden insanımsı yaratık indi. herşey karardı. kendime geldiğimde bir hapishanedeydim. iki adam kollarımdan tutmuş götürüyordu. hapishane için söylenecek çok şey yok. kalınlaştırılmış duvarlar kirden renk değiştirmiş. yerler, duvarlar, hatta tavan bile kan içinde ama yeni değil. bu kadar kanın kaynağı her neyse çoktan bitmişti. gardiyan sayısı az ve normalden çok sayıda doktor vardı. hücreme götürülürken bir yerde yansımamı gördüm. üstümde beyaz bir tür tulum vardı, yüzüm benim değildi, değişmişti. başka biriydim sanki. bir güvenlik noktasından geçip birkaç doktor ile gardiyanın konuştuğu büyük boş bir alana oradan da hücreme geçtim. temizlik olarak hapishanenin geri kalanından farklı değildi hücreler. hücremde kırk kişi daha vardı. beni taşıyanlar gitmiş yanımda bir doktor bana sorular soruyordu. yatakların arasında dolaşan en küçük hatamızda saldırmaya hazır yaratıklar vardı. tarif etmem gerekse iki bacağı olan devasa bir solucana benziyorlardı ve sivri dişleri "O" şeklindeki ağızları ve nefes kokuları kesinlikle yardım etmiyordu. doktor yatmamı istedi, kabul etmedim. yastık ve yorganın kanla kaplı olması kabul edebilirim ama yattığımda tepemde kafamı tek hamlede koparabilecek bir yaratığın olması... kabul etmesi zordu. doktor uyardı "burada itaatsizlik ceza ile sonuçlanır.". ceza demiş olsa bile ölümden bahsettiğini biliyordum. burası öyle bir yer ki itaatsizlik yemek olmanıza sebep olur. itaat etseniz bile hiçbir sebep yokken parçalanmanız burası için olağan bir olaydı. hissettiğim bu korku ve endişe beni sinirlendirdi. yatağımın başındaki yaratığa "ne yapıyon lan sen? ne duruyon burada? git gitsene len!" diye tokat atıp dürtüp, itip, kızıyordum. komik bir durumdu çok bilmiş birini kovalıyor gibiydim ama kısa sürede şaşkınlığı üzerinden atmış yaratık yaptığım şeyi hiçte komik bulmamıştı. yanımdaki doktorun yüzünden renk gitmiş korkutuğu belliydi. yaratık karşılık vermek üzereyken hatamı farkedip kendime küfrettim. birazdan olacakları çok iyi bildiğim için hemen bedenimi terk ettim. yaratık bedenimle ziyafet çekerken ruh benzeri halimle hava süzülürken önce yanımdaki doktorla bakıştım. ardından diğer tarafta konuşan doktor ve gardiyanları odaklandım. bir olayı anlatıyorlardı. uyandım.
    2 ...