hasan sabbah yalçın bir dağın tepesindeki bir adam. kartal yuvası bir kalede oturuyor. alamut kalesi'nde. krallıkları deviren, adalet dağıtan, dehşet saçan bir adam.
o zamanın selçuklu sultanı selahaddin, bu hasan sabbah'ın peşine kelle avcılarını göndermiş; hasan sabbah'ın kellesini istemiş.
gel zaman git zaman, hasan sabbah'ın elçisi sultana gitmiş saraya. elçi gelmiş demiş ki "sultana bir lafımız olacak." sultan "buyur söyle" demiş.
elçi bakmış şöyle, demiş ki "bu kalabalık olmaz." sultan kalabalığı göndermiş.
elçi demiş ki "bu korumalar da gitsin, lafım sana" demiş. sultan iyice merak etmiş, korumaları da göndermiş.
o zaman elçi sultanın yanındaki iki kölemen korumaya bakmış, demiş ki "onları da gönder".
sultan demiş ki "onları göndermem, onlar benim oğullarım, en çok onlara güvenirim, biz üçümüz bir kişiyiz" demiş. "haydi söyle yahut da git".
o zaman elçi, o iki kölemen korumaya dönmüş, demiş ki "size kılıçlarınızı çekin ve hükümdara kıyın desem naparsınız?"
iki adam tereddüt bile etmemiş: "emrin olur" demiş.
bunun üzerine elçi arkasına bile bakmadan çekip gitmiş. ertesi gün sultan selahaddin, hasan sabbah'ın peşine gönderdiği kelle avcılarını geri çağırmış.