Her sabah daha berbat bir güne uyanıyoruz. Kahvaltı haberlerinde rekor enflasyon değerleri, artan işsizlikler, ekonomik krizler, iç savaş söylemleri ekmeğimize katık oluyor. Dünya üzerindeki devlet sayısı her geçen gün artıyor. Huzur getirmesi beklenen sözde demokratik sistemler kendi kendini kemiriyor…
Hayatımızdaki düzensizlik büyüyor. Çevrede gürültü artıyor, soluduğumuz hava daha kirli, gıdalardaki kanserojenler daha fazla. Gösterilebilecek duyarlılıklar sembolik çabanın ötesine geçemiyor. Kendimize, ailemize ayırabildiğimiz vakit artık daha az.
Birşeyleri yoluna koyabilmek adına onca uğraşmamıza rağmen başarısız oluyoruz. Hayatın bu karmaşası bizi oyalıyor, bizi erteliyor, bizi sürüklüyor. Bunalıyoruz…
Yapabildiğimiz tek şey bu kaosun içinde sığınacak bir yer bulup işimize bakmak oluyor.
Durum diğer ülkelerde de üç aşağı beş yukarı aynı. Sosyalist ya da kapitalist, tüm devletler aynı bunalımın pençesinde kıvranıyor.
Dünyamız parçalanıp dağılırken, suçu şu ya da bu siyasi yapıya atmanın bir anlamı yok. Siyasetçiler, liderler ya da ideolojiler… Her yanımızı saran evrensel bunalıma hiçbiri tek başına çözüm getiremez…
Bu hastalıktan kurtulabilmenin yolu, 400 yıl önce
şekillenen dünyayı algılayış biçimimizi, dolayısıyla da onun düzenlenme tarzını değiştirmekten geçiyor!