"her kadının doğası gereği anaç, anneliğin ise; cennetteki ırmaklar kadar duru ve kutsal olduğuna hararetle inananlar buna ihtimal bile vermek istemeseler de "o" doğurduğu "şey"i sevmemişti. kaç zamandır içinde taşıdığı, kendinden bir parça saydığı ama neye benzediğini, neler getireceğini kestiremediği yavrusuyla yüz yüze geldiğinde bu ufacık ama bağımlılık abidesinden, zamanın geri alınamazlığından, sevmeye mecbur oluşundan, kendi kendinden kaçamayışından, aslında hiç bir yere kaçamayışından korktu ve ondan bir an evvel ve kati suretle kurtulmak istedi. her kadının doğası gereği anaç,anneliğin ise; cennetteki ırmaklar kadar duru ve kutsal olduğuna hararetle inananlar buna ihtimal bile vermek istemeseler de "o" bir istisna değildi. yoksa tıpkı ulusların olduğu gibi, anneliğin de resmi bir tarihi olmazdı. bugünden geriye doğru özenli bir el yazısıyla yazılan bir tarihçe; yabani otları ayıklayıp taşlarını döşeye,döşeye. çünkü hazırhop gelmez her zaman,bazen de sonradan yeşerir sevgi; tedricen serpilir, zamanın refakatinde, damla damla. etraftakilerin ilgisi,dokunaklı bir an, anlık bir sıcaklık ve onlarca şefkat tortusu birbirine eklemlenip, çalışkan bir yelpaze gibi şekerriz bir esintiyle zihinden kovalar tüm yakışıksız fikirleri ve meymenetsiz hisleri. yelpaze çalıştıkça, bebeğin kendisinden önce, onunla birlikte adım adım gelişen anaç haleyi sevmeye başlayabilir anne. ve o haleyi o kadar derinden benimser ki, bebeği benimser sonunda ve bebeği o kadar çok sever ki, onu hep sevdiğine, hep aynı ölçüde sevdiğine inanmak ister. vaktiyle hissettiği sev-gi-siz-lik öylesine fena,ü ağıza alınmayacak, söze dökülmeyecek kadar fenadır ki, hiçbir koşulda itiraf edilemez kimselere. kocaya itiraf edilemez mesela: " bebeğini doğurduğuma pişman olmuştum önceleri ama sonra geçti." ne de çocuğa: "ilk başlarda seni pek sevmemiştim ama zamanla ısındım." ne de kendine: " kötü biriyim ben, kendi çocuğunu sevmeyecek kadar taş kalpli."
anneliğin resmi tarihi titiz bir temizlik gerektirir hafızanın kuytularında."