**
saatler sabahın 8'ini gösteriyor ve yağmurlu bir hava var. kahramanımız üsküdar'a gitmek için yola çıkıyor. tek boş yer olduğu için kucağında bebeği olan gençce bir annenin yanına oturuyor. minibüs doluyor ve yağmurun da esrarengiz etkisiyle beylerbeyi'nde çok fena köprü trafiği oluşuyor. minibüs tıklım tıklım, şöfor yeni yolcu almıyor.
herkes bu kapalı, can sıkıcı havayla başlayan günü nasıl noktalayacağını kara kara düşünürken, bizim tatlı bebeğin de sıkılacağı tutuyor. kahramanımıza dikiyor gözlerini. "guccucu,agucu" gibi yazıya dökemediğim garip edalarla seviyor onu, oyun mu oynamak istiyor işte neyse. kahramanımız da kedi, köpek, iguana gibi hayvanları ve düşünme yetisi olmadığı için her türlü dengesizliği yapabilecek potansiyelde olan bebekleri; iletişim kuramadığı, "gel kardeş, iki tek atalım, derdin neyse konuşalım" diyemediği bu zavallı varlıkları hiç sevmiyor, onları görünce yolunu değiştirmeye özen gösteriyor, ama n'aparsın o minibüstede de oturuyor olmak büyük şans...
bir yandan utangaç gözlerle bebeğe gülümsüyor, bir yandan da ilgisinin bir an önce başka bir tarafa kayması için dua ediyor. bebek "ce e" dedikçe, herkesin gözlerinin kendisine döndüğünü ve herkesin "karşılık versene sevgisiz, umarsız, kayıtsız genç" diye içlerinden küfür ettiklerini düşünüyor bu asosyal, yeni ortamlara hemen ayak uyduramayan, minibüste "inecek var!" diyemeyip de son durakta inen, fazla kızla çıkmamış, nerede ne diyeceğini bilemeyen kahramanımız.
bir de bebeğe bakıyor, o kadar güzel mavi gözleri ve seyrek seyrek, pamuk gibi sarı saçları var ki. ilgisi de geçmiyor işte bebeğin, o küçük parmaklarıyla, yeni bir "ce e" eşliğinde dokunuyor kahramımızın bir haftalık kirli mi kirli sakallarına. o da mavi gözlerine son bir kez bakıyor ve "ce e .mına koduğumun cocuguccuu, agucu" diyor.
o sırada kuzguncuk'tan geçmekte olan minibüstekiler, yunanlıları denize döker gibi marmara'ya döküyorlar aramızın hiçbir zaman iyi olmadığı bu arkadaşı...