Türkçeye gelmeden önce mühim bir konudan bahsetmem gerek.
Şu gayet açıktır ki Dünyada felsefe bakımından gelmiş geçmiş en yetkin dil eski yunancadır. Felsefenin kavram inşasının büyük ölçekte olması değildir yalnızca sebebi, ayrıca bu dil kelimelerin birincil anlamları bakımından kendiliğinden felsefe yapıyor.
Batı da bunu kabul etmiştir ve her ne kadar Latinceye bir geçiş yapmaya çalışılsa da durdurulamaz bir tahrifat yaşanmıştır. Bunun sebebi kelimelerin çevrilmesi esnasındaki hatalardan çok, o kelimenin geçeceği dilin o kelimeyi karşılayacak anlama sahip olmamasıdır. Başka bir ifade ile tercümesi söz konusu olan kelimenin kökensel anlamının çevrileceği dilde "düşünülememesi"dir.
Heidegger almancayı dahi eski yunanca karşısında yetersiz bulmuştur. Çünkü kelimeler her şeyden önce birincil anlamlarına bakılarak ele alınmalıdır. Basit bir örnek; phusis kelimesi açığa çıkmak, doğmak olarak hiçbir bağlamla sınırlı kalmayıp görünmek demektir. Latinceye natura olarak çevrilmiş ve bizim bugün deneysel algı düzeyine indirgediğimiz doğaya karşılık gelmiştir.
Fakat burada ilginç bir şey var: phusis kelimesi Latinceye geçerken anlam daralmasına uğruyor ama türkçeye geldiğince "doğa" olarak özsel anlamını yeniden kazanıyor. Burası çok önemli, doğa kelimesi "doğmak" kökünden gelir doğmak dilimizde ortaya çıkmak, açığa çıkmak anlamlarına da gelir ki eski yunancada karşılığı budur.
Bununla bitmez yine aynı kökten "doğru" kelimesi vardır. Antik yunancada doğru, doğmak'tan gelir. Türkçede de "doğ(u)ru" dur. Bildirmek-bildiri gibi.
Neden kıyası antik yunanca üzerinden yaptığımı söyleyeyim. Çünkü üzerine konuştuğumuz kavramların tam olarak orada işlenmesinin yanında, o kavramlar o dilde en yakın anlamlarına gelir. Tüm felsefe dünyası katılır.
Antik yunanca ya da herhangi bir dil ile kıyaslamadan da bir şeyler gösterebiliriz. Ve bunların en başında hiçbir dilde olmayan tahrik edici bir durum vardır: "olmak ve var olmak" farklılığı.
Genellikle bu bizi zor durumda bırakır. Bu zor durumun nedeni varlık ve olmak kelimelerini dahi başka dillerden çevirmeye çalışıyor oluşumuzdur. Bu farklılık "olmak"ın bir durum halini almak ve "var olmak"ın varlığa gelmek olarak farklılığıdır.
Dilerseniz devam edelim;
Türkçe, köken itibarı ile bugün terminoloji dili olarak görülen Latince, almanca, ingilizce, Fransızca gibi diller kadar yetkindir, belki daha fazla. Fakat gerek dile gereken özeni göstermeyişimiz ve gerekse başka toplumların dillerini kullanmak yerine özümsüyor oluşumuz nedeniyle "kelime" türetimi, zenginliği açısından çok geride kaldık.
Dikkat edin ne diyorum kelimelerimiz kökenleri itibarı ile kendi kendine felsefe yapıyor ama biz neredeyse türkçe ile düşünmeyi bıraktık, hayır aslında artık düşünmüyoruz. Arapça ve Farsça gibi dillerin kelimelerinin dilde olmasını kastetmiyorum, aksine bunu da bir zenginlik olarak gördüğüm bazı durumlar var; kastettiğim şey şu:
Türkçe ile bilim, felsefe yapılmıyorsa bunun nedeni sadece "bilim ve felsefe" yapmayışımız.
Aziz yardımlı gibi insanların bu amaçla ortaya koydukları her ne kadar çoğunlukla "zorlama" olsa da yine de desteklenmelidir ki başkaları da çıksın ve birbirleriyle diyalogları ortaya bir şeyler çıkarsın. Zira mesele türkçeleşmek değil, zaten varolan anlam ve önemi iade etmektir.
Sonuç olarak "türkçe ile bilim ve felsefe yapılmaz"ı ifade etmek yerine bilim ve felsefe yapılırsa bu sorun kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Ve yine söylüyorum, Arapça ve Farsça gibi dillerden aldıklarımızı zenginlik olarak görüyorum, ben burada yalnızca kelimeler ve kökenlerinin Türkçedeki yetkinlikleri ve potansiyellerinden bahsediyorum.
Ayrıca bu yazdığım yalnızca bu sözü ifade eden kişiye yönelik değil, -bu düşüncede çok fazla insan var- böyle düşünen herkese.
Ve elbette bu hususta uzman değilim. Yalnızca gördüğümü ifade ediyorum.