sözlük yazarlarının itirafları

entry163074 galeri video563 ses32
    143409.
  1. Her şey eski bir coğrafya kitabını görmemle başlamış olabilir. Yani pek kimseye bahsetmedim bundan. Pek gereği de yoktu. Bilmem hangi alman profesörünün jeomorfolojiye dair yazdığı pek mühim bir kitabı sahaflarda arıyordum. Kaç kitapçı gezdim bilmiyorum. Bazıları yalnızca suratıma bakmakla yetinip sorumu cevapsız bırakıyordu.  Günlerce dolandıktan sonra aralık ayının ortalarına doğru kıyıda köşede kalmış bir kitapçının pek bakılmayan bir köşesinde 1954/ Ankara yazan basımını buldum. Kitabı açtım, sayfaları karıştırdım ve hemen fiyatını sordum. Yanılmıyorsam adam 120 lira fiyat biçmişti. Zaten hep böyle olurdu. Eğer bir şey değersiz bile olsa onunla ilgili olduğunuzu uyanık bir tüccar farkediyorsa fiyatını artırıverirdi.  Bu oyuna bir keresinde de üniversitenin ilk senesi unkapanı'ndaki bit pazarında, büyük çoğunluğu hırsızların,  çöpcülerin, toplayıcıların, arayıcıların ellerinden alınıp ıskartaya çıkarılmış kitapların arasında rastladım. Adam elime aldığım 1978/istanbul basımlı, ciltli osmanlıca kitaba karşı ilgim olduğunu farkedince hemen 20 lira fiyat biçmişti. Kitabın alınacak bir tarafı yoktu esasında.  1920'lerde basılmış bir coğrafya  ders kitabının tıpkı basımıydı.  Fakat ilginç olan şey kitabın içerisindeki notlardaydı. Kitabı alan kişi hediye edeceği arkadaşı için kısa kısa notlar tutmuştu. Ve bu notlar bazen resmi dilden çıkıp samimi duygu cümlelerine dönüyordu. Notları alan kişinin bir doçent olduğunu anlamıştım. Yazısında cümlelerinde olan naifliğin yansıması vardı. Adamla biraz pazarlık yapmak istesem de adam gözlerimdeki merakı farkettiğinden fiyatı kırmadı fakat yanında bir kitap daha alabileceğimi söyledi. Adamın tezgahında mevdûdî'nin tefsirinin son cildini de alıp, 20 lira ödeyip, tezgahın başından ayrıldım. 

    Birkaç gün sonra yine yolum oraya düşmüştü. Bu sefer hocanın verdiği bir röportaj ödevinde aklıma ilk gelen yer o bit pazarındaki tezgahtarlar olduğu için gelmiştim.  Yaklaşık 10 tezgâhtar ile konuşup röportaja ikna etmeye çalıştım. içlerinden yalnızca iki tanesi kabul etti. Diğerleri Adlarının  ödev de olsa bir belgede geçmesinden korkuyorlardı. Birkaç tanesi beni gazeteci zannedip "kaybol" diye tersledi. Daha sonradan onların kimisinin arandığını kimisinin de aranmasının ân meselesi olduğunu anladım..

    Röportaja ikna ettiğim ilk adam rizeli bir göçmendi. 45 yaşında, saçları ağarmış, mütebessim çehreye sahip bir abiydi.  Ivır zıvır satıyordu. Sattığı şeylerden pek bir şey kazandığı olmuyordu ama yine de ekmeğinin peşinden koşuyordu. Bir çingene kızı ile evlendiği için ailesiyle bağlarının koptuğundan bahsetti. Orada biraz duraksadı.  ikimizin de içi burkuldu. Adamın daha anlatacak çok acısı vardı ama gülümsemeyi yüzünden eksik etmiyordu. Birkaç fotoğraf çektikten sonra yanından ayrıldım. Diğer ikna ettiğim adam ise acayip bir tipti. Yapacağım röportajı üniversite hocasına vereceğimi ve verdikten sonra da muhtemelen hoca tarafından bir kenara atılacağına söylememe rağmen kendisinin vereceği cevapların dünya'nın en büyük dergisinde filan yayınlanacağı ehemmiyetiyle sorularımı cevaplıyordu.  Soru sorup cevap almak dışında bir çok şeyi konuştuk. Bir yerden sonra dayanamayıp birkaç poz alıp adamın yanından ayrılmak zorunda kaldım.

    O pazara bir hafta sonra oraya yine geldim. Bu sefer herhangi bir işim yoktu. Evet, tam olarak geçerken uğruyordum. pazarın ortasındaki bankta oturuyordum. Yanda erzurum işi semaverde çay yapan, eli yüzü isten kararmış bir adam çay satıyordu. Bir tane söyleyip ayaklarım titreyerek beklemeye başladım. Çamaşır suyuna batırılmış bardakta getirilen is kokulu çayı hiç dert etmeden içtim. ikinci bardağı içerken onu farkettim. 10 metre kadar ötemdeki akasya ağacının altında, yere serdiği kartonların üstünde bir kadın uyanıyordu. Üzerine örttüğü birkaç battaniyeyi çekip kartonların üzerinde doğruldu. 35-40 yaşlarındaydı. Kızıl saçları başındaki  yeşil  örtünün kenarlarından yüzüne dökülüyordu. Muhtemelen beyaz olan yüzü kirden dolayı epey kararmıştı. Ellerinde kenarları dantellerle işlenmiş eldivenler vardı.  Kadınların yolunun nadiren düştüğü bu pazarın ortasında ne işi var, diye düşündüm.  Sonra "ya delidir ya delidir" diyerek işin içinden çıkmaya çalıştım. Kadın uykusundan uyanıp iyice kendine gelince etraftaki erkeklerle konuşmaya başladı.  Etraftaki erkeklere  fransızca bir şeyler deyip duruyordu. Ben de dahil kimse bir şey anlamıyordu. ilk defa gördüğüm için etraftaki erkeklerin arasında galiba en çok şaşıran bendim. Çaycı bu şaşırmamı farketmiş olacak ki çayımı tazelemeye gelince:

    "Epeydir burada yatıp kalkıyor.  Ne olduğunu anlamadık. Bir de bir konuşuyor ki sorma" dedi.

    Etraftaki birkaç erkek kendi kendilerine kadınla dalga geçiyorlardı. Kadının pek aldırış ettiği yoktu. Bir süre sonra kadın sanki yanında birisi varmış gibi konuşmaya başladı. Birine aşırı nezaket gösterdiği belliydi.  sanki aristokratların davet edildiği bir baloda, uzak bir ülkeden gelmiş veliahd bir prensle konuşuyormuş gibi jest ve mimikler sergiliyordu. Bir süre böyle devam etti. Sonra yine kendi kendine karşısındaki ile vedalaştığını belli eden tavırlar takındı ve eski haline döndü. Bir süre sonra ise battaniyesinin altına çekilip, gözlerini şeb sefa hatun camii'nin olduğu tarafa doğru dikip kalakaldı. Çaycı yeniden çayımı tazelemeye kalkarken "yeter abi" deyip, borcumu ödeyip kalktım. Giderken düşünüyordum:

    "acaba  o insanlara tiyatro sunsun, ben de para kazanayım, diye, çaycı mı bu kadını buraya getirmişti?"

    "Yok canım daha neler."

    Birkaç hafta sonra yine aynı pazara gelince kadını göremedim.  Akasyanın altındaki kartonlar ve battaniyelerle birlikte kaybolmuştu. işin ilginci çaycı da ortalardan kaybolmuştu.

    "Yoksa?"

    "Yok ulan daha neler"

    "Bizim fransızca konuşan kadın erzurumlu çaycı abiye aşık olmuş olamaz mı yani?"

    "Olamaz."

    "Olabilir, olabilir."

    işin aslını öğrenmek için kimseye bir şey sormadım. Ben kafamda o çaycı ile fransızca konuşan lübnan göçmeni olduğunu düşündüğüm kadını birbirine aşık ettim. Onların şu an marsilya'da mistik bir kafe açıp işlettiklerini düşünüyorum. Kafenin içerisinde erzurum işi bir semaver yine sembolik olarak duruyordur. Duvarda lübnan ve türkiye'den fotoğraflar vardır. Kadın akşamları bizim çaycı abi ile güzel güzel konuşuyordu. Çaycı abi diyordur "yav canına yandığım ne güzel konuşursun" kadın bu sözlerin anlamını çözmüştür çoktan.  Ülkemizdeki insanların bazılarının takındığı gibi yöre ağzı konuşanlara karşı küçümseyici bir şeyler düşünmeyip çaycı abimizin sözlerinin samimiyetine bakıp mutlu oluyordur, içten gülümsüyordur. Çaycı abi kafe işine çabuk adapte olmuş, dili öğrenmiş, kadına da sadık olmuştur. Belki güzel mi güzel kara gözlü bir çocukları bile olmuştur. Mutlu mesut yaşıyorlardır...
    12 ...
bu entry yorumlara kapalı.
© 2025 uludağ sözlük