Dostoyevski nin en ayırt edici özelliği insanın iç benini inanılmaz bir içtenlikle anlatmasıdır. bu da bütün romanlarını karmaşık kıla.r kurduğu cümleler yalın; ama romanın kendisine yöneldiğimizde insan yüreğinin bütün karmaşasını görebilmemiz mümkündü.r o kadar derine iner ki, bizi dehşete sürükler. yer altı adamının en son anlattığı anı dayanılır gibi değildir.
Kitabın düşünceler bölümü diye geçen bir bölümü var. burda yeraltında yaşadığını söyleyen anlatıcının insana ilişkin düşüncelerinin agresif ve ironik bir yanının görürüz. genel düşünce çerçevesinde hedefi kendisinin belirli bir aydın tipini temsil ettiğidir. ilk ölçüde de 19. yy.ın bilim ve akla dayalı ütopyalarına karşı bir çeşit saldırı gösterir.
Dostoyevski de clamence gibi bir sistem karşıtı söz konusu değil, daha evrensel ve daha genel bir durum ve problem söz konusudur. buradaki sorun ne olabilir ,neyi ima etmeye çalışıyor yer altı adam? insanın aşağılanması, küçük düşmesi, utanması, nihayetinde insana haz verir, diye düşünür. Dostoyevski nin bu eğilimini bu baskın tutumunu tüm kitaplarında görürüz .
Dostoyevski nin roman kahramanları bizim asla insanı göremeyeceğimiz uç noktalara
Götürüyor. biz de bu tip uçlara yaşayarak gideriz; fakat kendimiz açık kılmayız .romanda da geçer; kendimize dahi anlatamayacağımız gerçeklerimiz vardır. yer altı adamı bunu başarabilecek miyim, diye düşünür. bence fazlasıyla kendisine karşı dürüst davranabiliyor.
Bu bölümün son sayfaları insanı titretir bir yerde .
Anlatıcı güzel ve yüce şeylerden bahseder. kendisinin güzel ve yüce şeyler peşinde koştuğunu beyan eder. bir de sürekli kitaplardan bahseder. akılsallığa ilişkin olarak da şunu der: herkes gerçekten de kendi çıkarını gerçekleştiriyor olsa da iyiyi gerçekleştirir, şeklinde bir çıkarım var. yer altı adamı bunu eleştirir. bunu kavrayabilmek için insan için özsel olan şeyin ne olduğunu ve insanın akılsallığını bilmemiz gerekir. yer altı adamı için ise özsel olan şey, istektir.
Hegel'de, öz bilincin oluşması için istek oluşması gerekir, der
Duygu kesinliği algı insanı öz bilinçli bir varlık haline getiriyor. insana ilişkin bu öz bilinçli durum temele isteği koyuyor. bir yerde saf istek bir yanda da akıl vardır. insana önerilen şey isteğin akıl tarafından belirlenmesidir. akıl tarafından belirlenmiş istek Dostoyevski için istek olmaktan çıkar. isteği ise temele koyduğumuzda müthiş bir katlanılmaz acı çekme sorunu ortaya çıkar, dolayısıyla bu kestirilmişlik durumu yer altı adamında ironi ile hafiflemeye çalışılıyor.
insanın kendi zaaflarıyla eğlenebilmesi tabii ki bir çeşit hafifletici bir şeydir. biz bu üslup içinde okurken çarpılmıyor, anlamaya çalışıyoruz. hayatın anlatıldığı üçüncü bölüme geldiğimizde hiç de böyle bir şey olmadığını anlıyoruz. bu insan bu ve benzeri şeylerden sonra yer altı adamı olmuş, yaşamı sürdürebilmek için böle bir şeyi seçmiş ;çünkü yaşamın içine giremiyor belki de kitabın esas temasını anlatan cümle "onlar hep birlikte ben hep yalnızım" dır .
Bu, dramatik yer altı adamını belirten özsel özelliktir. bunun gerisinde ise diğerleri gibi olmama durumu var. başka insanların umurunda olup da bu insanın umurunda olmayan bir sürü şey var ki, yer altı adamı bu durumdadır.
Zaten o başka türlü yaşayamıyor. istek ve aklın çatışması var. düşüncede var olmak asla yetmiyor. canlı hayatın içine girme isteği var. bu da hegel in mutsuz bilinç diye adlandırılan şeyle ilişkili. bu düşüncede özgür; ama hayata girmediği sürece... dramatik hatta trajik bir durum olan şey de bu yaşamın canlılığının içine dahil olma isteği. bu bir paradoks tabii. onlar gibi olma isteği var; fakat onlar gibi olmayı başaramayacağına dair bir iç bilinç de var. yaşadığı şeyi en sonunda bulur ama elinden kaçırır belki de totolojik bir şey ama yer altı adamı olduğu için elinden kaçırır tüm bunları...
Özsel beni dışarıda realize etmeye çalışırız. korkunç bir biçimde ket vurucu bir duruma düşersiniz. bunun sonucu hep aşağılanma mı olmalı? insan bu durumda ya iki yüzlü olacak ya da aşağılanacak böyle bir tablo var. tabii bu olumsuz bir tablo. fakat yazar olumlu sonu kitabın sonunda vurgular .
Acıyla ilgili olarak teorik bölüm diyeceğimiz ilk bölümde şunu der: acı çekmek kuşku duymaktır. acı duymak diğerini anlamanın tek kaynağıdır. belli bir yolda yürüyen ve sonunda duvara tasladığında yolunu değiştiren bir insan portresi var. bunlar yer altı adamı için kıymet ifade etmez. uygarlık duygularımızın tümünü çoğaltmaktan başka bir şey yapmamıştır, der kitap. bu da insana nitelik olarak bir şey katmadığı anlamındadır. onur kavramına da ironik bir tarzda değinir. teorik bölümde değinilmesi gereken nokta şu ki; istekleri akıllaştırdığımızda isteme hakkını kaybederiz. Sokrates'e bir gönderme dikkatimiz çeker. insan geçek çıkarını bilmesiyle iyiye ulaşır. insan kötüyü ayırt edebilecekse kötülük yapmaz. kendi çıkarının kötülük değil iyilik olduğunu anlar...
yer altı adamı bunun gereksiz olduğunu söyler.
Yer altı adamı açısından baktığımızda subayla ilgili takıntı durumu, eski okul arkadaşlarından bir grup ile karşılaşması ve gecenin sonunda genel eve gidilmesi, bu üç olayda sürekli insani tanınma çatışması kendisini tanımlar, bu da hegelci bir terimdir. bir nesneyi isteme değil de bir bilincin olduğu bilinciyle istediğini istemesi, onun tarafından tanınmayı istemesidir. beni tanı!!! insani dünyanın uygarlık dediğimiz forma girmesidir. bu da sürer gider. ilk başta bu efendilik-köle olarak ortaya çıkar. dolayısıyla köle olmakla karşısındakini efendi olarak tanır. efendinin problemi bir köle tarafından değil, kendisi gibi bir öz bilinç ile tanınmaktır. burada değerlerin eşdeğerliliği söz konusu değil. yer altı adamı sürekli diğer insanlar tarafından dışlanır aşağılanır.
Subaya kendisini tanıtmak için en son başvurduğu çare, karşısından çekilmemek. bu olay edebiyat- felsefe dünyasında da çok ünlüdür. ancak subay için böyle bir durum yok. o bizi şimdi ezip geçiyor; ama generaller karşısında da onlara yol veriyor... hiyerarşi içinde yer eden bu ilişki yer altı adamı tarafından istenen bir tanınma değil. o insani bir tanınma ister. ancak subay bunu hiç aldırmaz. yani şu ya da bu olarak değil de insani olarak tanınma arzusu var burada. onun da bu isteği sürekli tehdit altında. böyle olunca kendisine yapılan şeyleri diğer insanlara da yapmak istiyor.
Yer altı adamının tam da dışa vuruşuna tanık olunur .lisa'ya kendisini bu durumdan kurtarabileceğine dair umut verir .bunu da soylu-zengin pozisyonunda yapar ve bir zaaf olarak gördüğü şeyi yaparak adresini lisa'ya verir. ancak kendi durumunun eksikliğinden(!) dolayı onun gelmemesini de istiyor. bu son derece gerçek bir durum. "ben oradan temelli çıktım, sana geldim..." demesi zaten onun kendi gerçeğinden çıkmadığını gösterir. halis insani durum böyle diye anlarız biz.
Lisa'nın geldiği gün inanılmaz bir şey olur. bir ana önce git huzur bulayım, der gibi bir durum vardır. fakat lisa buna değer üstü diyebileceğimiz bir tepki verir. belki burada acının acıyı tanıması söz konusu burada. ya her şeyi bırakıp kurtarma hamlesi yapacaksınız ye da tanınma saplantısına bağlanırsınız ki öbür yolu seçersiniz. fakat bunlar insanın kendisini sınamasıdır, sırat köprüsünden geçmek gibi, insanın hayatının anlamını görmesine benzer bir şey. koşulsuz fiili istemek yerine, koşulsuz sevgiyi istemek var. lisa kahramana kışulsuz sevgiyi sunar; fakat bunu görmesine rağmen katılmaz. bütün hayatını dönüştürecek şeyi elinden kaçırır. onun tanımlama mücadelesi de onu olumsuzlar..
gerçek insanilğin nerede olduğuna dair ışık yakıyor görebilenler için göremeyenler de kırk yıl yerin altında yaşıyor.