13 yaşındayım, babaanneme gittim ve "artık müslüman değilim, hiçbir dine AiT DEĞiLiM." DEDiM.
sARDI BENi, "0LSUN GIZANIM, ALLAH SENi YiNE DE KORUYACAK." DEDi.
öYLE GÜZEL SARMIŞ, ÖYLE GÜZEL SARMALAMIŞ Ki, HALA SICAKLIĞI ÜZERiMDE...
bABAANNEM...
BÜTÜN BABAANNELER GÜZELDiR, iYiDiR, HARiKADIR DA, emine babaanne bambaşkaydı...
Soğukluğu, kafadan 100 (yüz) kilometreden hissedilirdi; elini öpmeye, kıç sıkardı; öptürürdü de...
öylesine...
sonra, gider elini yıkardı.
Veya abdest mi alırdı, bilemem hala.
Ona dinsiz olduğumu söylediğim gece, sonsuz uyanıklığında
(hiç uyuyamazdı.-ve "rabbim böyle eyledi, güzel eyledi." derdi. Bir kere şikayet ettiğini duyamadım.),
"sana da dua okudum." dedi.
Kızdım, "bir daha dualarına, beni katma babaanne." dedim.
"Yüreğim katıyor oğulum. " dedi.
O oğulum demesini, çok yıllar sonra kavradım.
Babaannem, türkçe okuma yazmayı 1973 yılında, 51 yaşındayken öğrenmişti.
Azme bakar mısınız?
1985 yılında bana, G. G. Marquez'in "Yüz Yıllık Yalnızlığı"nı okutmuştu.
"Sen iyi okuyorsun oğulum,, diksiyona özen vererek okuyorsun oğulum."diyerek...
Bittiğinde, "bu mudur?" demişti?
Haklıydı.
Babaannemin anlattığı hikayelerin (yaşanmış gerçekliklerin) yanında, o kadar sönüktü ki, Marquez'in anlattıkları...
Şu sözü hiç unutamayacağım, "Görürsen söyle o nobelciler'e, sana anlattığım tek hikayeyi dinlesinler."
(sanki her gün isveç kraliyet Akedemesi'nin nobel seçici kurul üyeleriyle oturup kalkıyorum ya.)
Tamam babaanne.
Anlatacağım.
Nuh'u anlatacağım, senin bana anlattığın gibi.
Deryayı (Babaannemin denizi yoktu.)...
Gemiyi...
Gemiye sıçıp, iflah olamayanları.
Sonra gelip, gemiden şifa dileyenleri...
Peki Emine'm tüm vasiyetlerini yerine getireceğim.
Çok özledim seni.
Gelsene.
Sen gelme, büyüksün; ben sana geleyim.
Yine sar ama sıcacık...
Bir daha olmayacak değil mi babaanne? Biliyorum olmayacak... Olsun... Hala umut ediyorum.