sözlük yazarlarının itirafları

entry163148 galeri video563 ses32
    138252.
  1. bir söz var hani; ''ne yapmak istediğini bilmiyorsan, ne yapmak istemediğini düşün'' diye. ben yıllarca bunu denemeye çalıştım kendime. çünkü böylelikle ihtimalleri eleyerek bir amaç bulabilirdim. hatta hayatın ne anlama geldiğini bulur, sözlüklere geçmesini sağlardım.

    her ne kadar gitmiş ve yılar sonra tamamen dönmüş olsam da, unutmaya çalışsam da, elimde değil, düşünmeden edemiyorum ailemle yaşadığım o eski günleri. hiç ayrılmadan önceki zamanları. değişik evlerdeki değişik odalarımı, birçok kez fazlasıyla sarhoş girdiğim yatağımı, duvarlardaki posterleri, dağınık kitaplarımı, benimle yaşıt grundig müzik setimi, kimsenin göremeyeceği yerlere kurşun kalemle odamın duvarlarına yazdığım mikroskobik harflerden oluşan cümlelerimi, plaklarımı.. herkes yattıktan sonra uykusuzluğu yeni keşfeden bir çocuğun gece siyahtan laciverde dönene kadar kulaklıkla müzik dinlediğini, penceresinden vücudunun yarısını sarkıtıp korka korka sigara içtiğini hatırlıyorum. o zamanlar yatma borusu sabah ezanıydı. onu duyunca paniğe kapılırdım. çok geç kalmışım, derdim. bir an önce uyumalıyım. bazen de aileden biri gecenin ortasında uyanırdı. ben nefesimi tutardım. duyulmasın hiçbir şey! anlaşılmasın uyuyamadığım! anlaşılmasın herkes uyurken benim odamda volta attığım..

    ben o kalp çarpıntılarını çok sevmiştim. o korkularımı. uykusuzluğun en güler yüzlü tarafıyla tanıştığım dönemi.. bir iki saat gözlerimi kapatır, annemin beni okula gitmem için uyandırmasını beklerdim. dünyanın en iyi uyanan insan taklidini yapan bendim. yıllarca sürdü bu gece trajedisi. tahmin edilebileceği gibi yapacak fazla bir iş yoktu karanlıkta. üstelik en önemlisi sessizlikti..

    sessizlik. yataktan kalkmak için yorganı üstümden atmak bile beş dakikamı alırdı. hiçbir şey ses çıkarmasın! bütün eşyalar sussun! gözlerimi fazla açmazdım o gecelerde. sadece pencereden dışarı bakarak sigara içtiğim zamanlar hariç. sonra pencereden içeri giren buz gibi havadan üşüyüp yatardım. gözlerimi kapatıp hayallerime dönerdim. çölde hayal ederdim kendimi. avuçlarıma kum doldurup ellerimi havaya kaldırdığımı, sonra da asla üşütmeyen ama sürekli yüzümü okşayan rüzgârın parmaklarımın arasından dökülen kumu havaya savurduğunu hayal ederdim. kuma gömülü olduğumu hayal ederdim. önce büyük bir çukur açar, içine girerdim. sonra üstüme tülbent inceliğinde bütün vücudumu kaplayan bir kumaş örterdim. çevremdeki kumlarla önce ayak ve bacaklarımı, sonra da gövdemi gömerdim. en sonunda da örtüyü yüzüme çekip dışarıda kalan tek kolumla biraz daha kumla kendimi tamamen gömer ve bu işi yapan kolu da geldiği yere, yani yumuşak kumun içine saplardım. gözlerim kapalı olurdu. sanılanın aksine serin olurdu kumdan kozam. çölün bir parçası olurdum. ne bir insan, ne de bir canlı. sadece çölde bir kum tanesi. kumlar vücudumun şeklini ıslak alçı gibi almış olurdu. neredeyse kumlar ile bedenim arasında havanın bile olmadığını düşünürdüm. dalgıç kıyafeti gibi sarardı kumlar beni. çok küçük nefesler alırdım. nabzım yavaşlar ve aldığım o cılız oksijenin her zerresini, fakir bir çocuğun bulduğu ekmek parçasını kırıntılara bölerek saatlerce yemesi gibi, kalbim de zevkini çıkararak içine çekerdi. yeryüzündeki en güvenli yerde olduğumu düşünürdüm. hatta dünyanın dışında bir yerindeymişim gibi gelirdi bana. bildiğim en rahatlatıcı duyguydu. bir insanın hissedebileceği en büyük huzur kaplardı içimi. çölde bir kum tanesi. çöle gömülü bir çocuk. hiçbir şey istemeyen, hayattan midesi bulanan bir çocuk.. ve beklerdim orada öleceğim günü. birilerinin gelip ''sen öldün. haydi gel.'' demesini. çünkü yapacağı hiçbir şeyi olmayan bir çocuktum.

    çölde gömülü ölümü beklemek. işte bunu hayal ederdim gözlerim kapalı, bütün insanlar uyurken. onlar kontrol edemedikleri rüyalar, kâbuslar görüyorlardı. ama ben istediğimi yaşıyordum o gecelerde. istdiğim her şeyi. gözlerimi açtığımda bedenimin her milimetrekaresine dokunan o kumların serinliğini hâlâ hissediyor olurdum. hayallerimde kendimi gömdüğümde güneş batıya yatmaya yüz tutmuş olurdu. o öyle bir zamandı ki, kum gün boyunca güneşin sıcaklığını almış ama yavaş yavaş kendine gelmeye, soğuğa doğru yol almaya başlamış olurdu. serinliği kanımın akışını yavaşlatır, dünyada, evrende sadece benim olduğumu düşündürürdü. sadece ben, başka kimse yok. sadece bir zihin, başka zihin yok. düşünceler, görüntüler, konuşmalar, kahkahalar. içinde hepsini barındıran tek bir zihin.. ''işte!'' derdim kendime. ''dünya o üzeri kalabalık toprak parçası değil. dünya işte bu! zihin. dünya benim zihnim! dünya benim aklım. hayatsa çöle karışana kadar var. kendimi gömmemden cesedimin kum tanesine dönüşmesine kadar geçen bekleme süresi. işte hayat yalnızca bu. düşünmeye ayrılan zaman. kendimi kumların içine saplamış şekilde nefes alarak yattığım süre. hepsi bu. kum tanesi olana kadar aklından geçen her şey. başka bir şey değil.''

    hayallerimden sonra sabah olurdu genelde. ve hâlâ gömülü olduğunu hayal ettiğim yüzümü banyodaki aynaya tuttuğumda o cümleyi tekrar ederdim her seferinde kendime "'hayat." Derdim. "hayat sensin. o kadar. büyütülecek bir şey değil.'' Aslında basittir hayatın işleyişi. Basit ve anlaşılırdır. insanlar doğar, insanlar ölür, hayat akmaya devam eder. Hepsi bu. Hayat herkes için kendisinden ibarettir aslında. Çünkü kişi ölünce, kendisi adına film biter. Başkaları devam eder onun yerine izlemeye. Öte dünyadan gelip spoiler de veremez, sonu kendisi gibi olacak geçici izleyicilere. "Öleceksiniz!" Diyemez. Ama dediğim gibi, oysa ne basittir hayat döngüsü. Mesela, söyleseler "Bu iki insan hayatını kaybetti!" Diye, verilecek tek yanıt vardır; "olsun. Şu an bir yerlerde iki insan doğdu bile.."

    Yeri bu kadar çabuk doldurulan başka bir canlı bilmiyorum. Belki bir de böcekler. Bu iki canlının da yerleri çabuk doldurulur. Kısır döngü gibidir. Ölü anlar. Filmlerdeki hiçbir şey yapılmayan sahneler gibi. Herkes film izlemiştir. Ve biraz olsun görmüştür hiçbir şey yapılmayan o sahneleri. Kamera karşısındaki aktörlerin bile umutsuzca yönetmenleriyle göz göze gelmeye çalıştıkları sahneleri. Ne bir hareket, ne de bir kelime. Böylesine anlar, ölü anlardır. Hiçbir şey yapılmaz. Hiçbir hareket yoktur. Okuyucu da, seyirci de, hikayenin kahramanlarıyla sıkılır beklerken. Bu anlara en iyi örnek, izleyenleriniz bilir, "blues brothers"da belushi ile aykroyd'un asansörde yavaş yavaş, aşağılık bir müziğin eşliğinde binanın vergi tahsilatı yapılan katına çıkmalarıdır. O an herkes bekler. Asansörde durulur. Aslında bazen işe yarar bu ufak teneffüsler. Özellikle işler hızlı gidiyorsa. Durup düşünmeye yarar. Ama tabii söylediğim benim için geçerli değil. Çünkü ben zaten sürekli düşünüyorum. Hiçbir şey geçerli değil benim için. Bütün kurallar, hayat tarzları, ideolojiler geçersiz bana. Hepsi. Provizyonu bitmiş kredi kartı kadar geçersiz bu dünya bana. Bir makasla kesilip iptal edilmesinin zamanı çoktan gelmiş. iptal edilmeli. Bir an önce! Sağlam bir elektrikli testere bulsunlar bana. Ben yaparım. Keserim dünyayı ortasından. Fazla sürmez! Birkaç yüzyılda biter işim. Benim zamanım var nasıl olsa. Hiçbir yere gitmiyorum. Dönüp dolaşıp yine geldiğim bu kürkçü dükkanında, oturmuş bu yazıları yazıyorum.

    Ben.. Ben bu dünyaya düşünmeye geldim. olabilecek/olamayacak her ihtimali hayal etmeye geldim. Yaşadıklarım ve yaşayacaklarım beni havada tutan balonu şişirmeye yarıyor. Ben hiçbir şey bilmiyor ve hissetmiyorum. Sadece hayalimde yaşıyorum dünyayı. ben uçurumdan aşağı yuvarlanan ve düşerken önüne gelen her şeyin varlığına son veren bir kar parçasıyım. çığ olup düştüm bunca zaman bir sürü şehrin üstüne. dünya yuvarlak değil! dünya bir tarafı yukarıda olan oval bir tepsi. hepimiz aşağı kayıyoruz. hepimiz gümüş bir tepsiden düşüp kırılan kristal bardaklarız. başım dönüyor. ayaklarım kayıyor. ama çok küçük yaşlarda kayak öğrenmiş bir çocuk gibi kimseye çarpmadan kıvrak hareketler sergileyen biri gibi değil de, daha çok, kaba bir kızağın üstünde önüne çıkan herkesi deviren huzur bozucu bir kayak pisti katiliyim. bir de tabii ne istediğini bilenler var. ufak yaşlarda, büyükleri geleceğe dair planlarını sorduklarında tereddütsüz yanıtlar veren ve de söylediklerini gerçekleştirenler var. her şeyi ama her şeyi kontrol etmeye çalışanlar. doğan güneşe hakim olmaya çalışanlar. onlar da kişisel başarıları ve bundan kaynaklanan mutluluklarıyla aşağı kaydıktan sonra, teleskilere binip tekrar yukarı çıkıyorlar. tepsiden kopmamak, tamamen düşmemek için bütün paralarını ve enerjilerini tırmanmaya harcıyorlar. düşüşlerini geciktirmek tek amaçları. tepsinin üstünde geçirdikleri her saniye seksten daha fazla zevk veriyor böylelerine. kavgalar ediyorlar, politikacı, iş adamı, bürokrat, doktor, sanatçı oluyorlar. meslekleri teleskileri. aileleri teleskileri. hangisi doğru? doğru diye bir şey var mı? delilik bulaşır. emperyalisttir. belki bir sanatçı gibi eserlerim yok. beni yaşatacak kütüphaneler, müzeler yok ama o tepsiden düşerken çarptıklarımın hafızaları var. sadece hafızalarda yaşayan bir sanatçı. gözle görülür, kulakla duyulur hiçbir şey üretmeyen ama hafızalara tecavüz eden bir sanatçıyım ben. devirdiklerim çocuklarına, dostlarına hatırlayabildikleri kadarını anlatacaklar ve böyle sürecek. ta ki bütün insanlar tepsiden parçalanana kadar. kuşaktan kuşağa geçecek bir sanatçıyım. çamura hayat veriyorum ben. heykel yapmıyorum. ya da notalardan eserler yapmıyorum. benim ham maddem bu dünya. şekil veriyorum ona ellerimle. ve bırakıyorum insanlara, hafızalarında var olacak ve geceleri kâbuslarında hatırlayacakları bu devasa ve geçici sanat eserini yavaşça. domino taşlarına ilk fiskeyi vuran benim. sanat eserim bu dünya. kayarken çarpıp devirdiklerim ve şekil verip kendilerine bıraktıklarımla dolu olan bir dünya. sadece hafızalardayım. başka bir yerde değil. ne bir plastikte, ne bir çelikte, ne de bir kâğıdın üzerinde. her şeyi bilmekten çok uzağım. her şeyi hissetmekse imkansız. ama ben her şeyin farkındayım. ve bütün dünyayı hatırlıyorum. bir yerlerden hatırlıyorum. hayattan önce bir ölüm, ölümden sonra bir hayat. hayat hep var. ta ki bütün şehirler, okyanuslar tepsiden düşüp kırılana kadar..
    21 ...
bu entry yorumlara kapalı.
© 2025 uludağ sözlük