lilja forever için ' bir trajediler silsilesi' desek yeridir. izleyen herkes lilja' nın acı hikayesine odaklansa da aslında genel olarak bakıldığı zaman komünizmin yıkılışının ardından rus insanının düştüğü açmazları çok güzel gösteren, bir nevi dokümanter bir filmdir. yoksulluktan kurtulmak için mektupla sevgili bulup, kızını ardında bırakarak amerikaya giden anneler mi dersiniz, kendini satanlar mı yoksa uyuşturucuya bulaşanlar mı... yahut annesi taraftan terk edilmiş yeğenini bir izbeye gönderip onun dairesinde yaşamaya başlayan teyzeler mi... tüm bu insan hikayeleri içinde es geçilmemesi gereken 12 yaşındaki volodya' nın öyküsüdür öncelikle. zaten esaskızımıza neler olduğunu yukarıdaki entrylerde okudunuz. kendinden yaşça oldukça büyük olan lilja' ya umutsuzca ve tertemiz hislerle aşık olan, evinden kovulmuş bu ballyci çocuğun tek tutunacak dalıdır lilja. onun gözünde melektir lilja, başka bir dünyaya aittir. onunla evlenmek, ona güzel bir hayat sağlamak belki de tek amacıdır dünyada. tabii bu çocukça hayallerin, kapitalizmin çarkları arasında ezilmemesi imkansızdır. nitekim lilja beyaz atlı prensi sandığı, kara kalpli bir hainin peşinden isveç'e gider. volodya için ' perde' deme zamanıdır, hayatına son verir. artık bundan sonra O lilja' nın meleğidir.
ve lilja... saf, güzeller güzeli, içi iyilikle dolu lilja... çok tatlı bir kalbi vardı lilja' nın. gizleri, gözleri hiç bir kuşun su içmeye uğramadığı nehir kenarları. istersiniz ki bu masum kız sit alanı ilan edilse, dokunulmasa. maalesef bir harf fark vardır arada. isveç' de uzun süre cinsel açlık çeken insanların her türlü fantezilerine, sapıklıklarına katlandıktan sonra atar kendini bir damdan ve volodyasıyla buluşur göklerde. sırtlarında birer çift kanatla...
'' ve sonralar, satürnlü sonralar, lilja' nın annesi, makarnaları masanın bacağına sarmaya başlamış. üstüne başına, yorgana, kilime margarin yağı sürmeye. kimseyle de konuşmuyormuş, kafayı yemiş demişler. o artık bizden,başka ülkenin çocuğu, kahverengi gözlü satürn; o artık bizden. ne var anlamayacak masanın bacağındaki makarnaları; lilja henüz mesaiye başlamadan, yani henüz bir yaşında, işte çocuk, evde, yağı duvarlara sürer, makarnaları masanın bacağına sarardı. şimdi annesi evrensel bir törenle anıyor, kutsuyor lilja' yı. deli diyecek ne var bunda?...
ey yüce kahverengi satürn; söyle, sesimdeki acılı soslu makarnayı ellerime kollarıma sarmadan, tüm olarak nasıl biriydi çimlerin serinliği? bir daha tarif ediver kimsesizler mezarlığını, orada toprağa asılıydılar. çimlerin serinliği avcumun neresinde? nehrin kıyısında boğuluyorlardı. ey dümdüz dünyalı analı çocuklar; sevginin yolunu hep konsantrasyon diye öğrenecek, canınız yanacak, gerçek diye ebediyyen yanılacaksınız. çimlerin serinliği, çimlerin serinliği... aklıma getiriyor şimdi o kadın satıcısının tokadını, ' sikerim kız, kaçamazsın burdan', lilja büyük bir hint tapınağında etrafı tanrılarla kuşatılmış tek başına, elleri bir huşuyla böğründe, tebessümüyle, meclislerin, polislerin, devletlerin, sokakların taşağını okşuyor, ' sikersin abi. ' elimizi uzattığımız tan yerinde düzüldük, uzun uzun yerlere. hava karardı kılıç, hava karardı çimen, ne olur yataktan çıkma gece! daha pis bir şarab, daha pis bir şarab, bana ne söyleyecek deniz? derinlerde gezinen gözyaşlarıma sümüklü kara gözlü küçük balıkların dudakları değer mi? bana ne söyleyecek deniz, savaşı dişler kazanır. tanrı artık emirden küçüktür, elimizde yalnız o vardır.
güzeller güzeli, sultanlar sultanı, küçük bela kraliçesi birazdan geliverir, oturur karşınıza. konuşur sürmeli gözleri, dudakları, intihar süsü verir ağzımıza. baldırları şimdi, hiç bir kuşun su içmediği tenha nehir kıyılarıdır. elveda bebek, ne kahpe bir savaş, zavallı bir düello, hayat ve dostluk, ne kahpe bir savaş... dinleyin eşikteki kanlı kurban kelleleri; gelir oturuverirdi, içim giderdi. bir daha bir yere gitmem, korkma, cesur ol gömlek! hadi iç suyunu tenimden. nedir ne değildir su kardeş, leke kardeş? açıver pencereyi, birini görürüz belki duvara yaslanmış. belki iyi bir makaledir, iskarpinin içinde beyaz tüylü bir fare, kum gözlü. köpüksüz bir sahildeyiz, tenimize yapışır kum taneleri. nereye gider kum taneleri, gururla, yıkılmadan dizginlerini tutsan da kendilerini atıp. sevgili efendisine gider, başkalarını konuşur kum taneleri, kılıçların parıltısı gözlerimi kamaştırır. yavaş yavaş köpüklenir sahil, köpüklerle kılıçlarımızı bileriz. en yüksek tepeden, ilk bakışın kuş gözü parlaklığıyla sahildeki gövdemizi seyrederiz. sırt üstü yatıp, yola çıkarız masmavi sözlerine huzursuz kıyıların. büyük haksızlığı kalabalıklardan üstümüze boşaltırız. Batıyoruz. kendimizden utanıp, mum ışığıyla gizli işaretler bırakıp, halatla yüzümüzü karanlığa bağlayıp, son defa komşu oluruz kum tanelerine, sulara gömülü kayalıklara. tanık istemeyin, kimseye şükran sormayın, ne omzunuza alın, ne dövün. bir soytarı gibi yanımdan ayırmadım, sel sularıyla sürüklenmiş tahta parçasını. muhtemelen başkalarının bir fıçıdan arda kalmış. benzeri olmayan tek kayık, dalgaların asırlar önce oyduğu mağarada gömülü. ey eski şehrin orospuları, o küçük balıkçı bizi tanımasa da kendi kendine sürükler bu dalgalar, o mağaralara, kum tanelerini... işte dili kurudu, boşaldı bütün şişeler. yetsin artık. yetsin. çekin teknen kıçından şu tıpayı. kalmasın tabuttan bir farkı. nereye gidiyor, onu da dalgalar öğretsin. nasılsa bir sanı uzaktan dinliyor şarkımızı. kimbilir karşı tepeden, şimdi, sayfaların karşısından, eliyle alnına terek yapıp sahili, satırları arayan çocuk ' orda birşeyler oluyor, orda birşeyler oluyor' diyerek karargah kurar kendine. bir ömür mevzilenir ürperten sahillere. ey nöbetçi çocuk, nöbetçi çocuk... sahili gören ormana rüzgar gelmeyecek, balıklar korunmasız kalmasın. bir tuzak hazırlayıver, ağaçların, sayfaların gövdelerini tekmeleyerek sallayıver. hiçbir faydasını bende görmedim. emir böyle... Emir, Tanrı' dan büyüktür... '' *