neler yapmadık bu vatan için

entry156 galeri
    149.
  1. Önceki akşam saat 19 haberleriyle yorumları noktalanıp, kim bilir kaç bininci kez pencere, boru, modern site, araba reklamları başlayacağı sırada; şöyle kanepeye azıcık uzanmaya kalkmıştım ki...
    Solmaz:
    - Kalk kalk deprem oluyor, dedi.
    Hemen tavana baktım, lamba sallanıyordu. Televizyonun tekerlekli altlığı da kayar gibi olmuştu.
    * * *
    Kimsenin pek de dillendirmek istemediği halde, mutlak bir gün gerçekleşeceği bilinen istanbul depremi:
    - Geliyorum, diye göz mü kırpmaya başlamıştı?
    * * *
    Ne asansörle, ne de 125 basamağı inerek dışarı çıkacak halimiz vardı. Sanırım şavalak bir gülücük yapışmıştı dudaklarıma:
    - Merak etme bir şey olmaz, deyip duruyordum.
    Bir sarsıntı daha gelirse, duvarlardaki kitaplar üstümüze doğru fırlar mıydı acaba?
    Acaba dertop olup yazı masalarının altına mı girseydik?
    Çaremiz yoktu, bekleyecektik.
    * * *
    Nihayet TV ekranlarında SON DAKiKA, FLAŞ haberleri akmaya başladı.
    Çınarcık'ta 4.8’lik bir deprem olmuştu. Halk panik içinde sokağa fırlamıştı.
    * * *
    Bendenizin çocukluğunda da bazen deprem olurdu. Ne elektrik vardı, ne radyo.
    Annem, sadece göbektekinin yandığı, havagazı lambalarının tavana asılı avizesine bakardı ve avizenin de sallandığını görünce; kısık ve korkulu bir sesle:
    - Zelzele oluyor, derdi.
    * * *
    Bir deprem bölgesinde yaşadığımızın farkında bile değildik. Zaten neyin farkındaydık ki; ne köylü ağırlıklı bir toplum olduğumuzun, ne ulusal gelirimizin düşük mü düşük olduğunun; ne ihracatımızın, ne ithalatımızın...
    * * *
    Komşu ziyaretleriyle, Karaköy-Kadıköy arası vapur sohbetlerinde asla politika konuşulmazdı.
    Vapurla uzun Ada yolcuklarında, erkekler birbirlerine yemek tarifleri yaparlardı.
    Ve ilkokullarda ufacık çocuklara hamasi şiirler ezberletilirdi:
    Süngümü demir gibi ellerimle kavradım,
    Şanlara zaferlere yürüdüm adım adım.
    * * *
    Resmi bayramlarda caddelere kurulan zafer tâklarının üstüne gerilmiş beyaz uzun bezlerde, kırmızı majiskül harflerle yazılmış hep aynı sloganlar bulunurdu; 'Ne mutlu Türküm diyene', 'Köylü efendimizdir', 'Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için'...
    * * *
    1939 yılının sonuncu günlerindeki Erzincan depreminde, bendeniz ortaokulun ilk sınıfında, yani 6'ncı sınıftaydım.
    O sırada çok taze bir cumhurbaşkanı olan ismet Paşa, Erzincan'a gitmiş ve posta pulları basılmıştı Erzincan depreminde ismet Paşa'yı gösteren.
    Aklımda kaldığı kadarıyla 33 bin kişinin öldüğü, Richter ölçeğiyle 8'lik deprem; kendi dünyasında yaşayan istanbul'da da garip bir şaşkınlıkla karşılanmıştı.
    Kimsenin pek de bir haberi yoktu, bir deprem bölgesinde yaşadığımızdan.
    * * *
    Bendeniz depremin ne olduğunu, 1966'da Varto'ya gittiğim zaman gördüm. 6.5'luk deprem 3 bin kişinin ölümüne, ölenlerin yarısı kadarının da yaralanmasına neden olmuştu.
    Nüfusu ne kadardı ki zaten Varto'nun; 9 bin kadar ya vardı, ya yoktu.
    * * *
    Bahçelerde cenaze kazanları kaynıyor; üstü yorganlarla örtülmüş cenazeler, sıram sıram yıkıntıların arasına uzatılmış duruyordu. Kadınlar göğüslerine vura vura ağıtlar yakıyorlar, erkekler çömelmiş put gibi sessiz oturuyorlardı.
    Efendimiz olan köylüler, perişandan da beter bir perişanlık içindeydiler.
    * * *
    Okullarda, şoven birer militan olarak yetiştirilmek istenmiş gençlerden; neler ve neler saklanmıştı acaba?
    Gençlerin beyinlerini buzlandırmak kimlerin işine yarıyordu acaba?
    Ve etkilerle tepkilerin, sürekli oluşturduğu yeni sentezlerle Doğa diyalektiğinin dışında; politik ve yapay bir statükoya sarılıp kalmak, acaba nelere mal olacaktı Türkiye'ye?
    * * *
    Önceki akşam 10 saniyelik bir sarsıntı, kim bilir kimlere ne kâbuslar yaşattı.
    istanbul'da 850 bin sakıncalı yapı bulunduğu da biliniyordu.
    En sakıncalı olanlar da, genellikle resmi yapılar, resmi hastaneler, okullar falandı.
    Besbelli ki bazı inşaatçılar, aldıkları ihalelerde yapıları ucuza mal etmeye çalışmışlar ve hem kötü, hem eksik malzeme kullanmışlardı.
    Doğa ise kurnazlığı da, kestirmeciliği de affetmiyor; ancak suçsuz kuşaklara ödetiyordu bedelini.

    * * *
    Tevfik Fikret, 1894 istanbul depremi için yazdığı şiire şöyle başlıyordu:
    Zelzele
    Bin üç yüz ondu...Henüz dün bu köhne izbeye sen
    Misafir olmuştun
    Ki hep sinirli ve hummalı hastalar gibi yer
    Birden
    için için ve uzun
    Bir sarsıntı ile çırpındı kırdı,
    yıktı... Keder
    Ve korku yüzleri soldurdu; evler,
    aileler
    Birer döküntü; kalanlar bütün
    ezik, yitik...
    * * *
    Kutuplaşmalar, polemikler, övünmeler, yorumlar, analizler, uyarılar...
    Ne var ki, 10 saniyelik bir sarsıntı, çok daha değişik şeyler düşündürüyor insana.

    çetin altan
    0 ...