" evde herkes temizlik telaşında. öğrenci evi olduğundan ve 1 aydır kimsenin uğramamış olmasından mütevellit leş gibi olmuş evi temizleme niyetindeyizdir. aslına bakarsan can sıkıntısından gecenin bir körü gidip evi temizleme fikri çıkmıştır ortaya. bulaşıkta iki kişi biri etrafta diğeri ben odama girişmişim. tek başıma tizden başlamışım yataktı, bilgisayardı, şunu bunu kaldırmaya başlamıştım ki bir tuhaflık sezinliyordum da ne? yataktaki çarşafı alıp 1. kattaki penceremden bir silkeleyim dedim. dışarısı o kadar ilginç ki sanki quantumland da bir dairem varmışçasına etrafa bakınmaya başlıyorum. ben çarşafı silkeler iken broadway müzikali gibi birşeyler takılıyor kulağıma. o kadar tatlı bir müziği hayatımda duymadığım için dinlemeye koyuluyorum. kulaklarım da ağır işittiğinden sesin yönünü bulmak amacıyla kafamı kulaklarımın algılamalarına göre yönlendiriyorum. işte bu sırada gecenin bir körü yerlere dökülmüş parıltılı yapraklar robin hood 'un yayını gerdiği gibi birden ayaklanıyorlar. 3 - 5 santimlik yüzlerce yaprak iki ileri bir geri,sağa bir sola bir, sağa iki, iki geri bir sol, iki geri bir sağ yapıp kafamdaki tüm sanatsal boyutları aşındırıyorlar. öyle bir kareografi örneği izliyorum ki bir eşi benzeri fossa die leoni de bulunmaz. araya birden edith piaf dalıp çıkıyor ve ben halen çarşafı silkeliyorum.
nihayet daldığımı anlıyorum, gözlerim bir açılıp bir kısılmakta kaşlarımı çatışım şakacı beynime varlığımı hatırlatmakta o an. arkamı bu sefer nevresimi silkelemeyi amaçlayıp elimdeki maskülen desenlerin hakim olduğu nevresimimi alıyorum ve yine camdan bakınmaya başlıyorum.fakat beynim tekrar benle şakalaşmaya başlıyor. karşı apartmanların arasında kalan boş bahçede bulunan klübeye açık kahve tonlarda tüyleri kısa, kas yapısının kuvvetli olduğunu görebildiğim bir köpek giriyor. türünün ne olduğu hakkında hiç bir fikrim olamadı, neye benziyorsa artık bilen anlar zaten. bu garip hayvanat bir insan boyundaki ahşaptan yapılmış bekçi klübesi görünümlü yere girdiken sonra, bir tabureye oturup beklemeye geçiyor. bu nasıl mı oldu? klübedeki ufak camdan iki ayağı üzerine kalktığını ve hafiften alçalıp masaya dirseklerini koyduğunu görüyorum. ancak o anda ki şaşkınlığım yerini "kimi bekliyor acaba?" sorusuna bırakıyor, meraklanıyorum hayli. aradan bir kaç saniye geçmiyor ki tozu dumana katarak eski model şimdilerin 740 i modeli tadında bir bmw gelmesin. hem de bahçenin ortasına! arabadan inen iki şahsiyeti görünce derin bir ohannessburger çekiyorum soluksuzca. iki italyan, tam da ırklarına yakışır, galliano imzalı geniş omuzlu dar kalıplı takım elbiseleri ile bana godfather filmini yaşatıyorlar. ikisi birden içeri girip masaya oturuyorlar ki benim merağım köpeğimizin de bekleme süresi burda sona ermiş oluyor, nitekim bu manyak trio masada gayet ciddi meselelere parmak basıyorlar; içeride esen havadan ve ortamın ciddiyetinden anladığım kadarı ile. anlayacağımız gerginlik had safhada klübemizde. ben halen bu olanları algılamaya çabalarken tam da beklediğim daha doğrusu hissetmeyi başardığım şey oluyor ve klübemizde bir patırtı kopuyor. üçlü kendi aralarında öyle bir kavgaya tutuşuyor ki anlaşılması hayli güç bir şekilde döndürüyorlar filmi. tıpkı çizgi filmlerde ki gibi, karmakarışıklar, paldır küldür. bu esnada sonradan anlayabildiğim kadarıyla beynimin hatırlamaya yeri olmadığı, nasıl bir karmaşa içerisindeyse algılayıp ta kaydedemediği bir olay daha meydana geliyor ancak zerresi akılda kalmıyor. bu konuda hatırlayabildiğim tek şey hayatımda hiçbir şeye bu kadar şaşırmadığım olmuştu. eminim ki lewis carrol bunu duysaydı ve ya aklına gelseydi alice kızımızı da nasiplendirirdi.
bu yorucu dakikaların ardından zar zor kendine gelebilen çelişkili zihnim birden aydınlanıyor ve kendini birden 12 den vuruyor; velhasıl ben halen nevresimi dalgalandırmaktayım. devamı var mıdır yoksa mini mini ayrıntılarla süslü bir potpori mi çıkacak bu bünye şakalaşmasından. yoğun geçen bir kaç dakikanın ardından hep beraber toplandık salon denilen odada. biraz dinlenti biraz da lakırdı yapmak için. zaten önümüzde temizlenmesi gereken leş gibi bir evin koca bir bölümü vardı. birisinden mahalle bakkalına gidip abur cubur alma fikri çıkmıştı. akabinde yine quantumland manzaraları arasında yola döküldük. arkadaşımla bir türlü çözemediğim iletişim problemim evden çıkınca yaşanmaya başlamıştı. söylediklerini algılayamıyor, cevaplarımı onun algılayamacağı biçimde veriyordum. ileti iletenden alıcıya hep tuhaf gidiyordu. aynı hassasiyeti beynim dışarıdaki elektro manyetik dalgalarla da yaşıyordu. 150 metre kadar uzun bir yol, dar uzun, gece vakti olduğundan sokak lambalarının müsade ettiği kadarıyla görebiliyoruz etrafı. ben bu sırada hafif hafif kaykılmaya başlamıştım yeniden enteresan dalgalanmalara. bu kasvetli yolda yürürken 20 metre ilerimde kalan daha öncede gelip giderken dikkatimi çekmiş, kimlerin yaşadığını az çok kestirebildiğim evi hedef alıyorum. bahsedilen tek katlı bahçeli bir aile evi. şimdi bahçedeki ağaca odaklandığımı hatırlıyorum, gidip geldiğim nokta gözlerimi acıtana kadar açmama sebep veren ağacın tepesindeki ikili! ben 15- 20 metrelik mesafeyi korurken her adımda karı koca olduğunu anladığım bu kişileri mütemadiyen çok güzel görünen bir çam ağacının tam tepe noktasında matrix çekimiyle kavga ederken görüyorum. eğiliyorlar kalkıyorlar, akıp giden kamera çekimi, tıpkı bir film sahnesi çatır çutur dövüşüyorlar, ve tabiki ses yok! bunu üstümden atamadan evin bahçesini rahat görebildiğim yere kadar ilerleyince behçede odun kesen ev sahibini görüyorum, o hiç hatırlamadığım yaşlı kadın. yanındaki de torunu olsa gerek dediğim görüntü ise tam bir akıl durgunluğu. yaklaşık 10 yaşlarındaki çocuk bahçede öyle hızla dolanıyor ki, hatırlayanı mutlaka vardır zamanında flash diye bir dizi vardı tıpkı bu kafakterin tipik özelliğinde bizlere yasıtıldığı gibi arkasında görüntüsünün yansımasını bırakarak fır fır fır dönüyordu bahçede ve birden arka bahçeye kaçtı, tabi ki beni görünce!
evi artık geçtiğimiz için gördüklerim de sadece kaydedilmişti, tüm açlığım devam ediyordu. işte bu noktada belkide duygusallığımın doruğundan gelen bir şeyle karşılaştım. yolun dibinde bir çocuk görüyordum, sanki ufuktaki gemileri keser gibi bir ifadeyle. karşıdan gelen tıpkı benim çocukluğuma benzeyen 5 - 6 yaşlarında bir erkek çocuğuydu. ensesine kadar uzayan, dümdüz kumral saçları, kırmızı lacivertli kareli gömleği, büyüyünce kaybettiği yüz güzelliği... açıkçası bir duygu selidir gidiyordu bende. yine çocuğun elinde ki italyan usulü sopalı pankarta gözüm ilişmişti, algılayamadım ama yine questo muesto birşeyler yazıyordu. mütemadiyen milan tribünleriyle ilgilidir. anck bir kaç mili saniye midir artık nasıl bir zaman akımı yaşamışsam bütün fikrim bu çocuğun gece vakti dışarıda ne işi olduğuydu. önce kızmak istedim, sonra alır kucağıma evine bırakırım dedim, hem de sohbet etmiş oluruz. fakat yine kızmak istedim, ufaklığı o kadar çok sevmiştim ki sırf bu yüzden kızmak istiyordum, ya birşey gelse başına gibilerinden. ince ince bu hayaller devam ederken bakkalın kapısında buldum kendimi, ufaklığa hasret kalmıştım ancak unutmuştumda aynı zamanda. kafamın bulanıklığından kaynaklanan şaşkınlıkla bakkala para vermeden para üstü isteğim, yol boyunca varlığını unuttuğum arkadaşımın ödemeyi yapmasını neredeyse gurur meselesine dönüştürmemin tam başlangıcındaydık ki, apar topar fırladık dükkandan. böylece bir dayaktan daha sıyırmış olduk.
arada boş geçen, etkisiz zamanları anlatarak can sıkmak istemem ama büyük ölçüde bisküviler ve temizlikle cebelleştiğimizi dillendireyim. bu süreler içerisinde pek bir atraksiyona girmemişti zihnim; ta ki eve gidip yorgunluktan yığılana kadar! dört yorgun savaşçı, pırıl pırıl yaptıkları evden diğer eve geri dönmüştük kendi halimizde. ben sobanın yanına koltuğa oturmuş diğer arkadaşlarım da öteye beriye serilmiş yatmadan önce biraz dinlenmenin verdiği rehaveti yaşıyorduk. ama yaşamaya fırsat bulmaya ne hacet. kemerleri bağlayın yine başlıyoruz!
herkesin sus pus oturduğu bir sırada arkadaşın biri ortamı şenlendirmek için antika dolu evimizdeki kaset çalara afaki bir band koyuyor.uzun ve derin bir müzik geçmişim olduğundan dolayı tüm müzikleri bilip, anlamam gibi tuhaf bir özelliğim vardır. bundan dolayı çalan şarkıyı tanıyıp tanımama arasında gidip geliyorum. yalnızca bir kaç saniye sonra "eminem lan bu" deyiverdim içimden.tabi bazı şeylerin farkına varmam zaman aldığından, eminem 'in türkçeyi nasıl bu kadar öğrendiğini kavrayamamıştım. üstelik yine bir bayan şarkıcımızla ki türk olduğunu belirtmek gereksiz olmayacaktır feat olayına parmak atmıştır eminem. vay anasınalar, allah allah demeler akıp gitmektedir yutkunurken boğazımdan. şarkı bitince her zaman ki gibi bu da bitti.
aslında inceden yatma vakti gelmişti ancak kimse kıprdayacak halde değildi, o lanet evi temizlemek, üstelik bir gecede çok enteresan bir guinness başarısı olabilir kanımca. neyse ki oturuyorduk ve ben bu ilginç durumu atlattıktan sonra tekrar kendime gelmiştim. madem öyle ben de biraz televizyon izlerim dedim. hemen yemek masasının üzerinde duran nordmende televizyona daldım gitti. elim yanağımda d,rseğim dizimde öyle baygın baygın filmi izlemeye başlamıştım. şöyle özetleyelim;
new york 'ta gökdelenler ve yüksek binalar arasında, kovboy şapkalı bir adam, böyle hafiften jack nicholson tarzında, onu anımsatan biri. kamera çekimi alttan adama yaklaşık yarım metre öteden, bel altından. yani binalar fark etirilecek biçimde. adam telefonla konuşuyor, anlatıyor... ben filmi izlerken, kafam bir yandan filmin ingilizce ve alt yazısız olmasına, adamın söylediklerini anadilim gibi anlamama takılıyor. tamam yabancı dile yatkınlık var da bu derece değil. işte belkide saatlerdir beklediğim ses diyor ki;
televizyon kapalı! o an her şey donup kalıyor, o sesi ben çıkartıyorum.