Yüzlerce yıldan bu yana insanların birbirlerini "hainlik"le, "ihanet"le; o sıralarda kutsallaştırılmış bir makama, yahut tabulaştırılmış kutsal bir kavrama karşı "dil uzatmak", "çok ileri gitmek" ve "haddini aşmak"la suçladığı bir ülke Türkiye.
Aynı tür suçlamaları bugün de, en taze kuşaklar bile canı gönüldün benimsemiş durumda.
* * *
Rahmetli annem de, çok kızdığı biri için:
- Sıkıvereceksin boğazını, derdi.
Erkek erkeğe kahvelerinde de, ülke sorunlarının çözümü için önerilen yöntem hemen hemen hep aynıydı:
- Sallandır 2 kişiyi, bak her şey nasıl düzelir.
* * *
17 gün önce soğuk, bulutlu, suratsız bir günde bırakmıştık istanbul'u, Köyceğiz'e giderken.
Köyceğiz'de de aynı suratsız, soğuk ve yağmurlu hava karşılamıştı bizi.
* * *
Derken birden güneşler açtı, masmavi bir göğün altında Köyceğiz Gölü; peri masalı rüyalarından çıkıp uzanıvermiş gibi oldu, Ölemez Dağı ile çerçevelenmiş, bakışlarımızla tarayıp okşadığımız bir ıssızlığa.
* * *
17 gün içinde ise neler ve neler olmadı?
Sınır ötesi operasyonlar, hamasi açıklamalar, kırmızı bayraklı tabutların resmi cenaze törenleri ve sürüp giden türban tartışmalarıyla, kış kıyamet haberleri.
* * *
Bizler ise, bir yandan özel yaşamların bize anlatılan yakınmalarıyla; küçücük leğenlerde koparılan fırtınaların sıkıntılarına, bir avuntu muskası aranıyor; bir yandan da Türkiye'nin, nasıl çalkantılı bir döneme doğru hızla kaymakta olduğunu izliyorduk.
* * *
Önceki gün istanbul'a döndüğümüzde; güneşli, ışıklı, henüz daha hiç yaşanmamış bir ilkbahar gelmiş gibiydi.
Boğaz'a ve Adalar'a bakarken, hissettim istanbul'u da özlediğimi.
* * *
Üstelik gitmeden önce, eskisini emekliye çıkarıp, bir de yeni pancar motoru almıştım. Henüz daha hiç kullanmadığım. 62 yıldan bu yana, kim bilir bu kaçıncısıydı ve eminim ki artık sonuncusuydu.
* * *
1936-1939 arası "Milliyetçiler" ile "Cumhuriyetçiler" arasındaki ispanya iç savaşına; "Cumhuriyetçiler"den yana, evrensel yazarlardan kimler kimler katılmamıştı ki?
Ernest Hemingway, André Malraux, Arthur Koestler...
* * *
Arthur Koestler, 1937 yılında "Milliyetçiler ve diktacılar" tarafından tutuklanıp idama mahkûm edilmiş ve Madrid'deki bir cezaevinde bir idam hücresine tıkılmıştı. ingiltere'nin müdahalesiyle kurtulabildi ancak.
Orada neler yaşamış olduğunu da, sonradan "ispanyol Vasiyetnamesi" adıyla yayımladı.
Bendeniz de Koestler'in o eserini, 50 yıl önce "ispanya'da Ölüm Güncesi" adıyla çevirmiştim Türkçeye.
* * *
Koestler, o kitabının ilk sayfasına André Malraux'un şu cümlesini oturtmuştu:
"Bir hayat hiçbir şeydir, ama hiçbir şey de bir hayat değildir".
* * *
Kendi anadilinin "okuyup yazma" boyutlarından da çok uzakta kalmış olan küçük Asya insanları; "onlar-biz" ayrımının labirentleri içinde, kuşak kuşak sürdürüp gidiyorlar birbirlerini suçlayıp durmayı.
* * *
Daha ilkokullarda "ölmek ve öldürmek" şehveti şırıngalanıyor sanki çocuklara.
"Atalarımızın kanıyla sulanmış olan bu topraklar", "Kanımızın son damlasına kadar bu topraklar için", "Altı da bir, üstü de birdir yerin, arş yiğitler vatan imdadına" türü bitmeyen bir hamaset.
* * *
100 yıl önce Tevfik Fikret, "ölme ve öldürme" üstüne sürdürülen hamasete karşı şu dörtlüğü yazmıştı:
Vatan senden hayat umar,
Sen yaşarsan o canlanır.
Vatan için ölmek de var,
Fakat borcun yaşamaktır.
* * *
Fikret'in de hümanizmine öfkelenilmiş ve mitingler düzenlenmişti sokaklarda:
- Kopsun seni Fikret diye alkışlayan eller!
* * *
Kendi sanatçı, şair ve yazı adamlarından dahi habersiz olan bir toplumda; André Malraux kaç kişinin umurunda, Arthur Koestler kaç kişinin umurunda?
* * *
Bendeniz de çok arzulamıştım küçük Asya'nın eski uygarlıklarıyla, hümanist bir sentez içinde görkemli bir "varoluş" yaratılmasını ama...
* * *
Bizim yeni ve sonuncu pancar motorunun da tuşları, sanki afal afal bakıyorlar gibi yüzüme; sanki Karacaoğlan'ın 300 yıl önceki mısralarını hatırlatmak istiyorlar bendenize:
Kadrin bilmeyenler alır eline
Onun için boynu bükük menevşe