bizim ilkokuldayken, her sınıfın 2 şubesi vardı. aslında sıradan bir ilkokul olmasına rağmen, bu a ve b sınıflarından, a'ya, bir takım nispeten maddi yeterliliğe sahip ailelerin çocuklarını yerleştirirlerdi. genelde kayıt parasını veremeyenlerin çocuklarından başlanarak, a sınıfındaki arkadaşları gibi kendi önlüğünü, çantasını alabilen, sağına ve soluna adı ve soyadı işlenmiş parlak, beyaz yakalığı olabilen, yani bütün okul araç ve gerecini, kıyafetini abisinden ya da ablasından devraldıklarıyla yapmayanları ayırıp, geriye ne kadar fakir fukara varsa bir araya koyarlardı. her törende, müsamerede a sınıfındaki eli yüzü düzgün, suratlarından sıhhat akan, şirin ilkokul öğrencileri ön sıralara konurdu. arkalar b. hiç unutmam kadir diye bir arkadaşım, şehrin yılda hep aynı günde ve bir kere gördüğümüz kapalı spor salonundaki 10 kasım anma törenlerine, kundura ayakkabı alamadığı için, beyaz spor ayakkabısını siyah kundura boyasıyla boyayıp gelmişti. disiplin cezası almamak için. aslına kalsa, o nedir onu bile bilmezdi, ama çok kötü bir şeydi, ailesi duyarsa fena olurdu, o kadar.
bunu o zaman pek kimse fark etmedi. ama bu olmasaydı kimse o beyaz spor ayakkabıyı 2 yıldır yaz-kış giydiğini de fark etmeyecekti. ilgilenilen tek husus, kılık kıyafet yönetmeliğine uygun olup olmamasıydı; olmaması durumu cezai yaptırıma tabiydi. fakat yönetmelikte katiyyen, bu kılığın ve kıyafetin vaziyeti hakkında bir ayırıcı maddeye yer verilmemişti. herkesin bu kılık kıyafeti alabilecek olduğu önkabülüyle hazırlanmıştı. ben de b sınıfına mensup, sevimli, sarışın, çalışkan, boş zamanlarını bir takım imrenmelere ayıran bir çocuktum. ilkokula başladığım yıllarda babam, belediyeye bağlı dinamit deposundaki bekçilik görevinden, belediye seçimlerini bir başka partinin kazanmasından hemen sonra, bu yeni iktidar tarafından başlatılan eski kadro tasfiyesiyle, birçok diğer işçi gibi atılmıştı. bu talihsizlik olmasa belki ben de hayata a sınıfında başlayabilirdim.
bu a sınıfı bizim gözümüzde o kadar ulaşılmaz bir hal almıştı ki o yıllar, bir teneffüs dahi, a sınıfından bir başka çocukla aramızda ünsiyet peyda edememiştik. bazılarımız onlardan nefret ederdi. okul çıkışlarında, dövmeye rahatsız etmeye kalkardı. sonrasında idareden çok daha rahatsız edici tepkiler alır, ve daha çok nefret etmeye devam ederdi. idare denilince, arkadaşlarımın yüzünü hatırlarım, bütün kanı çekilmiş, derste çağrılmışsa daha giderken ağlayan, dersteki öğretmenin ayağına yapışan, göndermemesi için yalvaran, onun da gelmesini isteyen arkadaşlarımın yüzü. 4. sınıfa okuma yazma bilmeden gelenler, ilkokul diplomasını alıp defolup gitmesi gerekenler, gerizekalıysa yapacak bir şey yoklar, öğrenene kadar her yıl uğraşılamayacaklar: erhanlar, figenler, beratlar. denizler.
okulda öylesine onulmaz yaralar açtılar ki bizde, o kadar ağır bir şiddete maruz kaldık ki, ruhu sarsılmayan, kişiliği ezilmeyen kalmadı. biz bile kendimizi acınası insanlar olarak görüyorduk. sınıfımızda iki kız kardeş vardı. aslıyla figen. bunların soyadları farklıydı. figenin halasının çocuğu olmuyor diye, babası figenden bir yıl sonra doğan kızını, kardeşine vermişti büyütmesi için. bunlar aynı yıl ve aynı sınıfta okula başlatılmıştı. aslı, asla figenle konuşmaz, ondan adeta tiksinirdi. çünkü figen okulda evde, temizlik işlerinde gördüğü şiddetten, yediği dayaktan travma geçirmiş, anlama kabiliyeti zayıflamıştı. hani bir laf vardır ya "çocuğun kafasına vurma aptal olur" diye, figen olmuştu . ve kardeşi nefret ediyordu ondan, ondan utanıyordu. 5 sınıfta, eskiotogar'da bir çay ocağında çalışan, akli dengesi bozuk biriyle evlendirdiler. bir uzak köye gitti dediler, bir daha da haber gelmemişti. aklımda hep, dağılmış, bakımsız ve yüzüne dökülen upuzun saçları ve dudağından salya sızdıran dalgınlığıyla kaldı. "insan" ne demektir böyle bildi hepsi.
bir zaman sonra, idare denen iki fadesiz surat, b sınıflarında, boylesi şartlarda olmasına rağmen başarılı olabilecek öğrenciler olduğunu fark etmiş olsa gerek, bizim sınıftan ben de dahil, 3-4 kişiyi a sınıfına geçireceklerini söyledi. ben aileme arkadaşlarımla kalmak istediğimi ağlayarak söyledim, annem de ağlayarak kabul etti. diğer arkadaşlarımız ailesinin bunu çok büyük bir iltifat olarak algılamasından dolayı ortaokulu, a sınıfının cüzzamlıları olarak bitirdiler.
haraç gibi kesilen haybeye ve heybeye aidatlar, sınıf öğretmeni olmayan sınıflar, sınıfa oyun diye yutturulup temizletilen tuvaletler...
ben sınıftaki diğer arkadaşlarıma nispeten dersleri iyi olan bir öğrenciydim. bu yüzden hayatımın en ağır dayağını yiyordum. müdür başmuavini ne zaman o öğretmeni olmayan dersleri kendi vermeye gelse, bu hilkat garibeleriyle dolu sınıfta canını sıkan öğrencilere vurmaya tenezzül etmeden, bana yaptırırdı. öğrenci kız ise neslihan. defalarca kendi arkadaşlarımın " vur şuna! hızlı vur itoğluit beni mi kandırıyorsun" diyerek arkadaşlarımın canını yakmak zorunda bırakıldım. bir gün bu herifin "adam gibi vur ulan" diye bağırmasından öylesine korkup, arkadaşıma tokat attım ki, parmağım gözüne çarpıp, gözü kan dolmuştu. o ağladı, ben ağladım. bir öğretmen yine bir arkadaşımı, diğer sınıftan bir kızın şemsiyenin altına girmeye çalıştığı için dövmüştü. o kadar gözü dönmüş o kadar gaddarca saldırıyordu ki, hızını alamayıp, duvardaki türkiye haritasının ustunde ve altındaki plastik şeriti söküp onunla vurmuştu. işte türkiye. baba desen her gün, kahve önlerinde yük işinde bekler durur, anne evi bırakıp çıkamaz, ne bir gün okula gelen ne soran var. bizim bu işsizlik hali öyle uzun sürmüştü ki, güvercinlerimizi, mezatlarda çifter çifter satarak geçindik bir dönem. kuşlarımız gitti demek bile bir iç geçirtir ya insana, bizim kuşlarımız bitti.
sonra parasız yatılılar, alkolik yurt belletmenleri, esrar dumanı sinmiş odalar, muştalar, çakılar, darplar, gasplar. oda arkadaşının ilginçlikleri diye bir başlık açılmıştı. benim lise yıllarımda "ali inan ki dayanamıyorum artık" diye bir ranza arkadaşım vardı.