Bir zamanlar Doğuda, atları canı gibi seven bir hükümdar vardı. Bin yıl at denince başların çevrildiği ülkenin; ılgınların, fayrapların, karaköselerin, kındıraların göverdiği mürenlerden dünyanın dört tarafına gürlek yeleli taylar yetiştiren ülkenin; yoksulların hükümdarı.
Gelgelelim, atları sevdiği denli binicilikteki harikulade becerisinden ötürü kendi ülkesinde bile —atlar ülkesi— yadırganan hükümdarın acıklı yalnızlığı dile getirilemez. Haylidir atların gözden düştüğü çağdı, çünkü çağ.
Hükümdarın becerisi, kısa zaman eriminde, ülke sınırlarını taştı ve tezinden ucube bir şöhret, alay konusu bir efsaneye dönüşerek zenginlik diyarı Batı ülkesi imparatorunun kulağına ulaşıverdi. Sözüne ancak eski metinlerde rastlanabilecek değersiz, densiz bir uğraşta ünlenmek, o çağda, Doğululara özgü ahmaklık örneği olsa gerekti. Böylesi maskaralığa seyirci olmanın can sıkıntısından darlık çeken kendisini ve maiyetini eğlendireceğini düşünerek, imparator, yoksulların hükümdarını sarayına çağırdı.
Çağrıyı alan kabulden geri durmadı —ne yazık ki! Yine de hükümdarın çağrıdaki düz alay kokusunu sezinlemediği söylenemez.
Ay geçti geçmedi, hükümdar, imparatorun sarayına vardı. Ertesi gün, manejde kendisini bekleyen topluluğun önüne çıkınca, atıyla bağdaşık ama ters düz ama dolambaçlı kırk tür oyunla gösterdi hünerini. Gösteri bittiğinde atından inerek imparatora yürüdü doğruca. Armağan sunuşu diye, imparatorun yanı başındaki başmabeyincinin avucuna, kendince en sevgili varlığın yularını bırakıp geri çekildi.
Mütekebbir imparatorun gözünde sefil bir Doğulu hükümdarın hara değil alicenaplık. Üstelik armağan diye bir haşmetliye at sunmak mankafa işi…
imparator yalpalayarak doğruldu koltuğundan fil kalkışıyla; hayli semirgin bir gövde. Güçbela birkaç adım atıp, alaycılığını hiç sakınmadan, sırıtarak hükümdara yaklaştı. Kulağına “Size bir öğüt vereyim de zenginliğin ve gücün sırrı olarak tutun!” diye fısıldadı ve devam etti:
— Bizler, binek olarak su aygırlarını kullanırız; atları da yeriz!
Denir ki: Hükümdar ülkesine döndü ve çok değil, yedi kış sonra, varsıl Batı topraklarını ordusuyla uçtan uca çiğneyip geçerken, imparatorun bu öğüdünü hatırlayıp durdu, muhteşem beyaz bir kısrağın üstünde…
(Metin Tavukçuoğlundan alıntıdır.)