Nesih Mensuh çok önemli bir konu. Çünkü yahudiler neshin olmayacağını söylüyor... Yahudiler nesih mensuh inkarıyla hükümleri istediği gibi çevirmişlerdir...
Bu yüzden neshi inkar eden yahudilere benzetilmiştir...
Fahreddin Razi'nin dirayet tefsirinden devam edelim... Burada koca ümmette neshi inkar eden tek alim olan(ki kendisi mutezilidir) Ebu Müslim el isfahani ye reddiye vardır.
Istılah Manasıyla Nesih
Ulema ıstılahında nâsih,şer´î bir yolla sabit olan hükmün artık bundan sonra ortadan kalktığına delâlet eden şer´î bir yoldan ibarettir. Nâsih, mensûh hükmünden sonra gelerek, varlığı ile hükmü yürürlükten kaldırır. Buna göre biz "şer´î bir yol" sözümüz ile Allah´dan ve Peygamber (s.a.s)´den sâdır olan söz ile, her ikisinden nakledilen fiilleri kastediyoruz. Bu konudaki iki görüşten birine göre "icmâ-i ümmet" bu tarifin dışında kalır. Çünkü icmâ, bu izaha göre şer´î bir yol değildir. Şeriatın aklın hükümlerini neshedici olması gerekmez. Çünkü akıl şer´î bir yol değildir. Mu´cizenin de şer´î hükümleri neshedici olması söz konusu değildir. Çünkü mu´cize Şerîatın tın açıklandığı bir yol değildir. Keza hüküm; bir gaye (müddet), bir şart veya bir istisna ile de kayıtlanmış olmamalıdır. Çünkü bunlarda sonradan gelme şartı yoktur. Allah bize birşeyi emredip, sonra da onu yapmamızı yasakladığı zaman bize bir şey (söylememiz) gerekmez. Çünkü bu nehyin misli nâsih olmasaydı, emrin hükmünün misli sabit olmazdı.[330]
Yahudilerin iddiasının Aksine [Nesih Şer'an ve Aklen Mümkündür]
Nesh bize göre aklen mümkün olduğu gibi, naklen de vâki olmuştur. Çünkü yahûdilerden bazıları, neshin aklen caiz olduğunu inkâr ederler, bazıları ise aklen mümkün görürler, ancak naklen bunun vâkî olmadığını söylerler. Müslümanların bir kısmının
neshi inkâr ettikleri rivayet edilmiştir. Çoğu müslümaniar neshin aklen-caiz olduğuna ve bilfiil vâki olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü deliller Hz.Muham-med (s.a.s)´in peygamber olduğunu gösterir. Onun peygamberliği ise kendinden önce geçenlerin şeriatının mensûh olduğuna hükmetmekle ancak doğru olur. Binâenaleyh neshin var olduğuna kesin hükmetmek gerekir.
Yine biz deriz ki, yahûdileri susturacak iki delil vardır:
1) Tevrat´ta Allah Teâlâ´nın Hz.Nûh (a.s)´a, gemisinden inerken şöyle vah-yettiği yer almıştır: "Ben, her canlıyı senin ve soyun için yenilecek şey kıldım ve bunu sizin için, kan hâriç, yeşil otlar gibi, mutlak olarak helâl kıldım. Binâenaleyh siz kanı yemeyiniz." Halbuki sonra Cenâb-ı Hak, Hz.Musâ (a.s)´ya ve isrâiloğullarına pek çok hayvanı haram kılmıştır.
2) Adem (a.s) kızkardeşler ile erkek kardeşleri birbiriyle evlendiriyordu. Halbuki Cenâb-ı Allah, bunu daha sonra gelmiş olan Hz.Musâ (a.s)´ya haram kılmıştır.
Neshi inkâr edenler ise şöyle demişlerdir: Hz.Muhammed (s.a.s)´in peygamberliğinin ancak neshi kabul etmekle doğru olacağını kabul etmiyoruz. Çünkü şöyle denilebilir: Hz.Musâ ve isâ (a.s), Hz.Muhammed (s.a.s)´in şeriatının ortaya çıkacağı zamana kadar insanlara kendi şeriatlarına göre emretmişler, bundan sonra ise Hz.Peygamber (s.a.s)´e uymalarını söylemişlerdir. Hz.Peygamber (s.a.s)´in şeriatı zuhur edince, o ikisinin şeriatıyla mükellef olma durumu ortadan kalkmış, Hz.Muhammed (s.a.s)´in şeriatına göre mükellefiyet söz konusu olmuştur. Fakat bu nesih değil, aksine tıpkı Allah´ın:
"Sonra orucunuzu "geceye kadar" tamamlayınız" (Bakara, 187) âyetinde olduğu gibidir[331]. Neshin asıl bakımından meydana geldiğini inkâr eden müslümaniar görüşlerini işte bu yola bina etmişler ve şöyle demişlerdir: "Kur´an´da, Hz.Musâ ve Hz.isâ (a.s)´ya Tevrat ve incil´de, Hz. Muhammed (s.a.s)´in peygamber olarak gönderileceği müjdesi verildiği O zuhur edince O´nun şeriatına dönülmesi gerektiğinin bildirdiği yer almıştır. böyle olunca ve bu ihtimaller de ortada bulunurken neshin meydana geldiğine kesin hükmetmek imkânsız olur."
işte bu, yukarıda zikredilen iki susturucu delile karşı yapılan bir itirazdır.
Neshi inkâr eden kimseler şöyle istidlal etmişlerdir: Allah Teâlâ HzJsâ (a.s)´nın şeriatını beyân ettiği zaman, bu şeriata delâlet eden lâfız hakkında ya bu o şeriatın devamına delâlet etmektedir veya devamına delâlet etmemektedir, yahut da bu şeriatta devam edeceğine dâir veya devam etmeyeceğine dâir bir delâlet yoktu" denilebilir.
Birinci Kısım: Eğer bir şeriatta, onun devam edeceğini açıklamış, sonra da onun devam etmeyeceği ortaya çıkmış ise, bu ilk haber bir yalan olur, bu ise şeriat hakkında caiz değildir, Yine biz bunu mümkün görsek, bizim şeriatımızın da, mensuh olmadığını bilmeye dâir bir yol bulamayız. Çünkü bu konuda söylenecek en ileri söz, şeriatın şöyle demesidir Bu şeriat ebedîdir, hiçbir zaman mensûh olmayacaktır. Fakat biz bu sözün, ikisinin de devam etmemesiyle birlikte, Hz.Musâ ve Hz.isâ (a.s)´nın şeriatlarinde bulunduğunu görünce, bu söze güven tamamen kaybolur. Buna göre şayet, "Devamlı oluşu gösteren lafız zikredilmiş, sonra da kendisinin ileride neshedileceğini gösteren bir şey eklenmiştir veya eklenmemiştir, ne var ki Cenâb-ı Hak, bunu açıkça belirtmiş, ancak bu bize, bir nebze olsun ulaşmamıştır, denilmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki bu görüş bazı bakımlardan zayıftır. Şöyle ki:
a) Hem devam edeceğini hem de devam etmeyeceğini kesinlikle bildirmek, mütenakız bir durum olup tam bir cehalet ve abesiyetten (saçmalamaktan) ibarettir.
b) Bu takdire göre Cenâb-ı Hak Hz.Musâ ve Hz.isâ (a.s)´nın şeriatlarının mensûh olacağını beyan etmiştir. Neshin meşru olduğu naklolununca, bu durumun da nakledilmesi gerekir. Çünkü bu keyfiyyet nakledilmeden şeriatın aslını nakletmek caiz olsaydı, bunun aynısının bizim şeriatımız hakkında da olması caiz olurdu ki, bu durumda bizim şeriatımızın mensûh olmadığına dair kesin hüküm vermek mümkün olmazdı. Çünkü bu, nakledilmesi için her türlü sebebin mevcud olduğu mühim hadiseler cümlesindendir. Böyle olan şeyin şöhretinin, tevatür derecesine varmış olması gerekir. Aksi halde denebilir ki, belki de Kur´an´a muaraza edilmiş, ama bu nakledilmemiştir; belki de Hz.Muhammed (s.a.s) bu şeriatı değiştirmiş, ama bu, nakledilmemiştir. Bu keyfiyetin tevatür yoluyla nakledilmesinin vâcib olduğu sabit olunca, biz deriz ki, şayet Cenâb-ı Hak, Hz.Musâ ve Hz.isâ (a.s) zamanında şeriatlarının neshedileceğini açıkça bildirseydi bu tevatür ehli arasında meşhur ve zarurî olarak da onlara malûm olurdu. Eğer durum böyle olsaydı, büyük bir cemaatin bu hususta ihtilâfı imkânsız olurdu. Biz, yahûdi ve hristiyanları bunu inkâr hususunda mutabakat halinde gördüğümüz için, şeriatlarının neshedileceğine dair herhangi bir sarih açıklamanın bulunmadığını anlamış olduk.
ikinci Kısım: Bu da Allahu Teâlâ´nın, Hz.Mûsâ (a.s)´nın şeriatı hakkında onun şeriata devam etmeyip, sonunun geleceğine delâlet eden bir kayıt koymuş olmasının söylenmesidir ki bu geçersizdir. Çünkü, eğer durum böyle olsaydı, bunun tevatür ehli tarafından zarurî olarak bilinmiş olması gerekirdi. Bunun doğru olduğunun kabul edilmesi durumunda da bu bir nesh değil, tam aksine bir sürenin sona ermiş olması olur.
Üçüncü Kısım: Allahu Teâlâ´nın Hz.Mûsâ (a.s)´nın şeriatı hususunda açık bir beyanda bulunup, onda, onun devam edip etmeyeceğini beyan etmemiş olmasıdır. Buna göre biz deriz ki, usûl-i fıkıhta mücerret emir, tekrar ifâde etmez. Tam aksine, tek bir defayı ifade eder. Mükellef bir kere emri yerine getirdi mi, o emrin mesuliyetinden kurtulmuş olur. Bu sebeple, bundan sonra diğer bir emrin gelmesi, birinci emri neshetmiş olmaz. Bu sebeple bu taksime göre, nesh´in varlığına hükmetmenin imkânsız olduğu ortaya çıkmış olur.
Bil ki, bu cümlemizi usûl-i fıkıh konusundaki, "Kitabu´i-Mahsûl" adlı eserimizde izah ettikten sonra, neshin mevcut olduğu hususunda Allahu Teâlâ´nın ´´Biz neshettiğimiz veya unutturduğumuz bir âyetin, ya ondan daha hayırhsmı yahut onun benzerini getiririz" (Bakara. 106) âyetine sarılmıştık. Aslında bu âyetle de istidlal etmek zayıf kalmaktadır. Çünkü âyetteki, şart ve cezayı ifâde eder. Nitekim, senin, "Sana kim gelirse, sen ona ikram et!" sözün, gelme işinin tahakkuk ettiğini göstermez. Tam aksine, o ne zaman gelirse, ikram etmenin zaman vâcib olduğunu gösterir. Bunun gibi âyet de, neshin bilfiil tahakkuk ettiğini göstermez. Tam aksine, neshin meydana gelmesi durumunda, ondan daha hayırlısının getirilmesinin vâcib olduğuna delâlet eder. Buna göre, neshi isbat hususunda en kuvvetli olan hususun, bizim, Cenâb-ı Hakk´ın şu âyetterine dayanmamızdır: Biz, bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimizde" (Nahl, 101); ve:
o dilediğini siler, (dilediğini de) bırakır. Kitab´ın anası O´nun yanındadır" (Rad, 39). Allah en iyisini bilendir. [332]
Neshin Kur´an´da Câri Olması
Âlimler, Kur´an´da neshin bulunduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ebû Müslim ibn Bahr, Kur´an´da neshin bulunmadığını söylemiştir. Cumhûr-u ulemâ, Kur´an´da neshin bulunduğuna dair birçok delil getirmişlerdir.
a) Cenâb-ı Hakk´ın: âyetidir. [333]
Ebu Müslim´in Nesih Hakkındaki Âyeti, Anlayışı ve Tenkidi
Ebû Müslim buna, birçok bakımdan cevap vermiştir:
1) Neshedilmiş âyetlerden murad Tevrat ve incil gibi eski kitaplarda bulunan ve Allahu Teâlâ´nın hükümlerini bizden kaldırarak başkasıyla teabbûd etmemizi emretmiş olduğu şeylerden olmak üzere, cumartesi yasağı ve doğu ve batı cihetlerine yönelerek namaz kılmak gibi, dinî ahkâmdır. Çünkü yahûdi ve hristiyanlar, "Ancak, sizin dininize tâbi olan kimselere imân ediniz" diyorlardı. Böylece Allah, bunu, bu âyetle, onların aleyhine olmak üzere yürürlükten kaldırmıştır.
2) Neshten murat, onun Levh-i Mahfuz´dan nakledilip, başka kitaplara aktarılmasıdır. Bu, tıpkı: "Ben kitabı istinsah ve naklettim" denilmesi gibidir.
3) Bu âyet nesh´in vaki olduğuna delâlet etmeyip, tam aksine nesh vuku bulmuş olsaydı, mensûhtan daha hayırlısı olana doğru olacağına delâlet eder.
Bazı âlimler, Ebu Müslim´in birinci itirazına şöyle cevap vermişlerdir: Âyet kelimesi, mutlak olarak zikredildiği zaman, bununla kastedilen Kur´an âyetleridir. Çünkü, bizim alışmış olduğumuz şey budur.
ikincisine ise şu şekilde cevap verilmiştir: Kur´an´ın Levh-i Mahfuz´dan nakledilmesi, O´nun bir kısmına has bir durum değildir. Halbuki nesh, Kur1-an´ın bazı kisımlarıyla ilgilidir. Birisi red için getirilen bu maddelerden birincisi için şöyle diyebilir: "Âyet lâfzının Kur´an´a has olduğunu kabul etmiyoruz. Tam aksine bu tabir "her türlü delil" hakkında umumi olan bir sözdür. ikincisine de, âyette zikredilen neshin Kur´an´ın bir kısmına has olduğunu da kabul etmiyoruz. Daha doğrusu ifâdenin takdiri şöyledir:
-Allah en iyisini bilir ya- "Levh-i Mahfuz´da neshettiğimiz şeylere gelince, biz bundan sonra ondan daha hayırlısını getiririz" demektir.
ikinci Delil: Kur´an´da neshin bulunduğunu söyleyenlerin ikinci delili şöyledir: Allahu Teâlâ, kocası ölmüş kadına tam bir yıl beklemesini emretmiştir ki, bu husus Cenâb-ı Hakk´ın:
"Sizlerden geriye eşler bırakarak Ötenler, eşlerinin, yılma kadar faydalanmalarım vasiyyet etsinler.."(BaKara.240) âyetinde bahsedilen husustur. Sonra bu, "dört ay on gün" hükmüyle neshedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak:
"Cariye zevceler bırakarak Ölenlerin eşleri kendi kendilerine dört ay on gün beklerler" (Bakara. 234) buyurmuştur. Ebû Müslim şöyle demiştir: Bir yıl bekleme işi, tamamıyla ortadan kalkmamıştır, çünkü, kadın şayet hamile olursa, ki onun hamlinin süresi tam bir yıldır, onun iddet süresi tam bir yıl olmuş olur. Bu hüküm bazı durumlarda devam edince, bu nesih değil, bir tahsis olur. Buna şu şekilde cevap verilir: Hamilelik iddetinin süresi, çocuğu doğurmakla sona erer. Gebeliğin bir sene veya daha az veyahut da daha çok süre içinde olması fark etmez. Buna göre bütün bir seneyi, iddet süresi kabul edmek tamamıyla zail olur.
Üçüncü Delil: Cenâb-ı Allah: Ey imân edenler. Hz. Peygamberle gizli söyleştiğinizde, söyleşmenizden önce bir sadaka veriniz" (Mücadele, 12) âyeti ile Hz.Peygamber (s.a.s)´le fısıltı ile konuşmadan önce, sadaka vermeyi emretmiş, sonra da bunu neshetmiştir.
Ebû Müslim şöyle demiştir: Bu hüküm, sebebinin kalkmasıyla ortadan Kalkmıştır. Çünkü bu âyetle ibâdetin emredilmesinin sebebi, sadaka vermeyecekleri için, münafıkların mü´minlerden ayırdedilmesidir. Bu gaye tahakkuk edince, bu hükümle ibâdet de düşmüştür.
Buna şöyle cevab verilir: Eğer hal böyle olsaydı, bu durumda sadaka vermeyen herkes münafık olmuş olurdu. Bu ise bâtıldır. Çünkü, rivayet edildiğine göre, Hz.Ali (r.a)´den başka kimse sadaka vermemiş (yani ondan başka bu hükümle amel eden olmamıştır). Cenâb-ı Allah´ın:
Madem ki siz bunu yapmadınız, Allah sizin tevbenizi kabul etti" (Mücâdele, 13: âyeti buna delâlet eder.
Dördüncü Delil:
"Artık şimdi Allah sizden (tekliü) hafifletti ve sizde za´af olduğunu bildi. Buna göre sizden sabırlı yüz kişi otur iser bunlar ikiyüz kişiye gâlib gelirler" i, 66) âyeti ile neshetmiştir.
Beşinci Delil: Allah Teâlâ´nın; "insanlardan birtakım beyinsizler, "Onları, Önceki kıblelerinden çeviren (se-beb) nedir?" diyecekler..." (Bakara, 142)âyetidir. Cenâb-ı Allah sonra müslümanları, "Vazûnû Mescid-i Haram taraüna çevir" (Bakara, 144) âyeti ile ilk kıblelerinden döndermiştir.
Ebû Müslim şöyle demiştir: Kıble hakkındaki öbür hüküm tamamıyla kaldırılmış değildir. Çünkü kıbleyi tayin etmek müşkil olduğunda veya cihet bilindiği halde yönelme hususunda bir Özür bulunduğunda o (eski) kıbleye yönelmek caizdir.
Buna cevabımız şudur: Senin zikrettiğin durumlarda Beyt-i Makdis´e yönelmek ile diğer cihetlere yönelmek arasında hiç bir fark yoktur. Binâenaleyh Beyt-i Makdis´i, başka yönlerden ayıran özellik tamamen yok olmuş demektirki, bu da bir nesihtir.
Altıncı Delil: Allahu Teâlâ´nın: "Biz bir âyetin yerine diğer bir âyet tebdil ettiğimizde,-ki Allah neyi indirece ğini çok iyi bilir- onlar, "Sen ancak bir iftiracısın" dediler" (Nam, 101) âyetidir Tebdil, kaldırmayı ve bırakmayı içine alır. Kaldırılan şey ya âyetin okunan lâfz veya hükmüdür. O halde bu nasıl kaldırma ve neshetme olur?
Biz bu delilleri enine boyuna inceledik. Çünkü bunların herbiri bir nebze neshin olduğunu göstermektedir.
Ebû Müslim şöylece muhakeme yürütmüştür: "Allah Teâlâ kitabı Kur´an´ı, "Ne önünden´ ne ardından (Kur´an´a) hiçbir bâtıl gelmez" (Fussilet, 42) diye vasfetmiştir. Eğer nesh söz konusu olsaydı o zaman O´nun Kitabına bâtıl yanaşmış olurdu.
Buna şu şekilde cevap veririz: Bu âyetten maksad bu kitaba kendinden önceki semavî kitaplarda onu iptal edecek herhangi birşey gelmediği gibi, kendinden sonra da onu iptal edecek herhangi birşey gelmeyecektir. [334]
Neshin Çeşitleri
Mensûh (neshedilen) ya sadece âyetin hükmü, ya sadece âyetin okunan lâfzı, veya âyetin hem okunuşu hem hükmüdür. Mensûh olanın sadece hüküm olması durumuna gelince, bunlar yukarıda zikrettiğimiz âyetler gibidir.
Sadece tilâveti (lâfzı) neshedilmiş olan âyetlere gelince bu, neshedildiği Hz.Ömer (r.a)´den rivayet edilen şu âyettir. O şöyle demiştir: Biz "recm"ayetini; "Yaşlı erkek ve kadın (evliler) zina ettikleri zaman, Allah´dan, ibret verici bir ceza olmak üzere, o ikisini mutlaka recmediniz. Allah aziz ve hakimdir"´diye okurduk.
Şu da, lâfzı neshedilmiş olan âyetlere misâl olarak rivayet edilmiştir:
"insanoğlunun iki vadi dolusu malı olsa, onlara bir üçüncü vadi dolusu mal katmayı ister. insanın karnını ancak toprak doldurur. Cenâb-ı Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder..."
Hem hükmü hem de metni mensûh olan âyetlere gelince, bu Hz.Aişe (r.a´nin bildirdiği şu hükümdür: Rıdâ, yani süt emmekle hasıl olan mahremiyet hakkında, Kur´an´da ilk nazil olan hükme göre malûm olan on emme ile hürmet hasıl olundu. Bu sonra "beş emme" hükmü ile neshedildi".[335] Şu halde on emme meselesinin hem tilâveti hem de hükmü neshedilmiştir. Beş emmenin ise tilâveti neshedilmekle beraber, hükmü kalmıştır.
Ahzâb sûresinin es-Sebu´t-Tıvâl (itk yedi uzun sûre) gibi, hatta onlardan daha uzun olduğu, fakat sonradan bazı âyetleri neshedilerek kısaltıldığı rivayet edilmiştir. [336]
Vahyedilen Âyetin Unutulması Mümkün ve Meşru Mudur?
Müfessirler, Cenâb-t Hakk´ın: "Biz bir âyeti nesheder veya unutturursak..." âyetinin izahı hususunda ihtilâf etmişler; bir kısmı, "nesh"i, "izâle etmek" mânasına alırken, bir kısmı da "Kitab´ı istinsah etmek" mânasına almışlardır. Bu ikinci görüş, Atâ ile Sa´id b. Müseyyeb´e aittir.
Birinci görüşün sahipleri, görüşlerini birkaç türlü izah etmişlerdir:
1) Âyet "Sizin okuduğunuz bir âyeti nesheder veya daha önce aranızda okumakta olduğunuz bir âyeti unutturursak..." manasınadır. Bu Hasan el-Basri, Esâm ve çoğu kelamcıların görüşüdür. Bunlar, kısmını, metni değil de hükmü neshedilen âyetfere, kısmını da hem lâfzı hem de hükmü neshedilen âyetlere hamletmişlerdir. Buna göre şayet "Unutmanın olması, âklen ve şer´an imkânsızdır. Âklen imkansız oluşu, Kur´an´ın mutlaka tevatür derecesinde sayıları çok kimseye ulaşmış olması gerekir. Halbuki bu sayıda insanın hepsinin unutması imkânsızdır. Şer´î delile gelince bu Allah´ın:
"Zikri (Kur´an-ı) biz indirdik ve onu biz koruyacağız" (Hicr, 9) âyetidir denilirse, birinciye iki bakımdan cevap veririz:
a) Unutma, Allah´ın Kur´an´dan çıkarılmasını, okunmasını, namazda tilâvet edilen ve hüccet getirilen şeyler cümlesinin dışında bırakılmasını emretmesi ile mümkün olur. Kendisiyle ibâdet etme hükmü kalkıp, aradan uzun zaman geçince o şey unutulur veya hatırlansa bile ancak haber-i vâhid seviyesinde hatırlanır. işte bundan dolayı hafızalardan silinmiş olur.
b) Bu Hz.Peygamber (s.a.s) için bir mu´cize olur. Bu konuda bir haber rivayet edilir: Bu habere göre müslümanlar bir sûre okuyorlardı, ertesi gün hepsi bunu unutuyorlardı.
Onların ikinci delillerine ise, bunun Cenab-ı Hakk´ın,
"Sana okutacağız da, Allah´ın diledikleri hariç, sen onları unutmayacaksın" (A´lâ, 6-7) ve, "unuttuğun zaman, Rabbini an" (Kehf, 24) âyetlerine muarız olduğunu söyleyerek cevap veririz.
2) Âyetin mânâsı "O âyeti değiştirirsek, biz onun ya sadece hükmünü, sadece lâfzını veyahut da her ikisini değiştiririz" demektir. Allah´ın ifâdesinden maksad ise, ."Onu olduğu gibi bıraktr, değiştirmeyiz" demektir. Biz "nisyan" (unutma) nın, olduğu hâl üzere bırakmak manasına da geldiğini izah etmiştik. Buna göre âyetin nihâi mânası şöyle olur: "Biz değiştirdiğimizin yerine daha hayırlısını veya dengini getiririz.
3) ifâdesi, "Biz âyeti indirdikten sonra onu kaldırırız" manasınadır. ifâdesini ise hemzeli olarak şeklinde okuyarak, "Biz o âyeti Levh-i Mahfuz´dan indirmez, tehir edersek..." mânasına almışlardır. Veyahut da bu ikinci kelimenin mânası, "O âyetin neshini erteledik, şu anda neshetmiyoruz, ama fayda bakımından onun yerini tutacak şeyi indireceğiz" demektir.
4) ifâdesindeki âyetten maksad, hem hüküm hem de lafız bakımından neshedilecek âyetlerdir. "Yani olduğu gibi bırakırız" denilen âyetlerden murad ise hükümleri neshedilen âyetlerdir. Bu gibi âyetlerin lâfzı mensuh değildir, okunmaya devam edilirler.
ikinci görüşte olan müfessirlere gelince, onlara göre, ifâdesinden maksad, "Onu Levh-i Mahfuz´dan istinsah edersek..." mânasıdır, ifâdesinden maksad ise, "veya onu tehir edersek..." mânâsıdır. Ama bu ikinci kelimeyi, şeklinde kıraat etmeye gelince, bunun mânası "Onu olduğu halde bırakırız, yani onun istinsahını bırakır, istinsah etmeyiz" demektir.
Cenâb-ı Allah´ın: "Hiçbir âyeti" ifâdesine gelince, Ebû Müslim dışındaki bütün müfessirter bunu, "Kur´an´dan hiçbir âyet" mânasına anlamışlardır. Ebû Müslim ise bunu, Tevrat ve incil´e hamletmiştir. [337]
Daha Hayırlısını Veya Benzerini Getirmenin Mânası: Vahyin Bazısı Daha Hayırlı Olur mu? Başa Dön
Hak Teâlâ´nın: "Ondan daha hayırlısını veya mislini getiririz" buyruğu ile ilgili iki görüş vardır:
a) "Hüküm olarak daha hafif olanını,
b) Daha faydalı olanını getiririz" demektir Bu ikinci görüş daha evlâdır. Çünkü bu görüş, mükellefi, tabiatına daha kolay gelen şeylere değil, faydasına olan şeylere sevkeder. Buna göre eğer, "ikinci gelen hüküm birincisinden daha faydalı olsa, birincisinin faydası noksan olmuş olurdu. Binâenaleyh Allah bunu nasıl emreder?" denirse, biz deriz ki: Birinci gelen hüküm o âyetin geldiği zamana göre daha faydalı idi. ikinci gelen âyet ise daha sonraki zamana göre daha faydalıdır. Böylece suâl zâi! olmuş olur. Bil ki âlimler, bu âyetten birçok nesh meseleleri çıkarmışlardır. [338]