Arabada sessizlik hakimdi. Eskişehir yolu'ndan konya yolu'na doğru ilerlerken çevreyi izliyordum. Arabalarının içinde kalan ölüler, devrilmiş kamyonlar, kamyonun ön tekerleği ile motoru arasına sıkışmış genç kadın bedeni (bacakları görünmüyordu, gövdesinin yarısı kopuk haldeydi iç organları kopmuş taraftan fışkırıyordu), sireni hala çalan ambulans vardı bir de. Çevresinde toplanmış ölüler grubu hipnotize halde ambulansı izliyor, yanlarından yaklaşık 80 km hızla geçtiğimiz halde hiçbiri dönmeye tenezzül etmemişti. Gittiğimiz okul ted ankara koleji incek kampusuydu. Ilkokul üçüncü sınıfta kaydolmuştum bu okula, okul henüz kızılaydeyken, sekiz sene boyunca da incek kampusunde okumuştum. Her turlu acil çıkış kapısını, yemekhanenin depoları mezun olmamın üstünden 3 sene geçmesine rağmen aklımdaydı. Haftasonu ve kış günü olduğu için okulda sadece 4-5 idarecinin ve guvenlikten birkaç çalışanın olduğunu tahmin ediyordum. Lise ve ortaokul girişine geldiğimizde ince barikatı ciple yıkıp okula girdik. Sadece beyaz örtü vardı okulun üstünde.
Burak'a lise yemekhanesini tarif ettim, önüne kadar gelebildik arabayla, yolların hepsi açıktı. Arabayı her ihtimale karşı kaçış yolumuza park ettik. Naz yiyeceklerin ve suyun arabada kalmasını önerdi, ne de olsa yemekhanedeydik. Silahı ben aldım, copu ise burak'taydı. Giriş kapısı kitli değildi, içeriye girdiğimizde sırayla diğer kapıları da kitledik.
O zamanlar internet, televizyon ve radyo sistemlerimiz çökmemişti. Televizyonda ise sadece devlet kanalının yayınları veriliyordu. Cumhurbaşkanı ve başbakan ohal döneminde olduğumuzu, devletimizin silahlı kuvvetlerinin bu salgını bastıracağını, vatandaşların evlerinden çıkmamaları gerektiğini, askeri kampların kurulduğunu, tahliyelerin başlayacağını telaşa gerek olmadığını anlatıp yayını bitirdiler.
Ceren internetten zombi salgını, zombie apocalypse yazıp aratıyordu. Türkçe kaynaklarda insanların yüklediği videolardan başka bir şey yoktu. Yabancı kaynaklarda salgın haritaları vardı. Ilginç olan ise türkiye, ortadoğu ve arap yarım adası kıpkırmızı, asyada hafif kırmızılıklar, avrupa ve amerikaya ise salgın yayılmamıştı.
Araştırmalarımızda dağlık alanlar ve adalar en güvenli yerler olarak görünüyordu.
Geçmiş yıllarda izcilikten öğrendiğim önemli şeylerden biri "hareket yaşamdır" sözü idi, devletin bizlere yardım etmeyeceğini biliyordum. Zaten dünya savaşları'nda anlaşılmıştı, şu anki ölümcül salgında ise devletin meşruluğu bile tartışma konusuydu.
Televizyondan sesler grlmeye başladı, nato sözcüsü konuşuyordu.
"Üye ülkelerin kararıyla, zor durumdaki ülkelere uçaklarla yardım gönderilecek. O ülkelere iniş yapılmadan yardımlar havadan bırakılscaktır" dedi ve soru almadan konuşmayı avrupa birliği sözcüsüne bıraktı. Avrupa birliği türkiye sınırını tek taraflı olarak kapattığını sınırlarda herhangi bir tehlikeye karşı askeri birliklerin yerleştirileceğini, avrupa birliği dışındaki hiçbir ülkeden avrupaya insan, uçak, gemi vb. Taşıtlarla yolcu alınmayacağını brlirtip soru almadan çıktılar. Açıkça sınırları geçen her şeyi vuracağız diyorlardı.
Gelişmelerden sonra soluklanıp, birbirimizle konuşmaya başladık. Sırayla kendimizi tanıtıyorduk. Burak 20 yaşında, 178 boyunda fazla kilosu olmayan, kumral yakışıklı denebilecek tipi vardı, hukuk ikinci sınıfta olduğunu aslen izmirli, ailesini izmir de bırakıp ankara'ya okumaya gelen bir arkadaştı.
Ceren'in ise tanıdığı akrabası yoktu, kendi çabalarıyla kazanmıstı bizim okulu. Fiziksel olarak 170 boyunda, fit vücudu ile dikkat çeken, esmer 19 yaşında genç kızdı. Okuduğu bölüm ise psikolojiydi.
Naz beyaz tenli ve sarışındı. 18 yaşında olduğunu, hazırlık sınavına çalıştığını anlattı. Vücudu ise cerenin ki gibi fitti, yalnız gögüsleri ceren'inkilerden küçük olmasına rağmen giydiği kazaktan taşacak gibiydi. O anki durumda nedense dikkatimi çekmişlerdi.
Ben ise 21. yaşımda olduğumu bilgisayar muhendisligi son sınıfa geçtiğimi anlattım. Uzun süre izcilik, dağcılık ve boksla ilgilenmiştim. 186 ve 82 kiloydum o zamanlar. Uzun yıllar ankara'da yaşadığımı fakat universiteyi kazanınca ailemin antalya'ya taşındıklarını söyledim.
Naz beni tanıdığını söylüyordu, daha doğrusu geçmişte yaptığım bir olayı anımsıyordu. "Sen antalya titanic otelde çıkan yangında, 3. Katta mahsur kalan iki küçük çocuğu kurtaran dağcı değil misin?", ordan burak ve ceren birlikte " sen beyaz show'a çıkmamış mıydın?" Bu dediklerini aynı anda söylemelerine şaşırmış gibiydiler. Evet o kişi benim, o zaman da adımı sorduklarında "örümcek" demiştim ve bana "örümcek" diye seslenmelerini rica ettim.
Tüm yemekhaneyi kolaçan ettik, temizdi. Ne bir insan, ne de yaşayan ölüler vardı. Kızlara yemek hazırlamaları için gerekli malzemelerin yerini gösterdim onlar yemek hazırlarken burak'la ben spor binasından(daha doğrusu kocaman bir çadır) yatak getirecektir. Naz bize çıkışa kadar eşlik etti ve kapıyı arkadan kitledi.(anahtarlar bendeydi) Mümkün olduğunca güvenliği elden bırakmıyorduk.
Çadır'a girmek için kitli kapıyı açtım ve o pis kokuyla karşılaştık. Kokunun kaynağına doğru yürütken duvardaki baltayı elime aldım. Kapıyı açtığımda iki kişi kendini duvara asmış olduğunu ve dönüşmek üzere olduklarını anladım. Dönüşüm tamamlanmadan baltayla boyunlarına olabildiğince sert vurdum. En azından başkalarına zarar vermeden iki ölüyü durdurmuştuk. Kartlarına baktım, emrah karlı ve sema karlı yaxıyordu. Emrah hoca zamanında beden dersime girmiş, sevdiğim bir insandı demek evlenmişti ve sevdiği insanla ölüme yürümüşlerdi.
Öğretmenlerin dinlenme odasından iki kanepeyi ve yastıkları ve çarşafları yemekhanemize taşıdık. Yatakları en sıcak olan kapılı bölmeye taşıdık, uyurken en azından bir kapıyı daha kilitleyebilmenin mutluluğu vardı üzerimizde. Kanepeleri yerleştirdikten sonra kızlarla birlikte mutfağa ilerledik. Ateşli silah bulana kadar bıçaklar tek silahımızdı. Plastik bardakları ve ip kullanarak, bıçak kabı yapmayı öğrettim ekibe. Herkes minimum iki bıçak taşıyordu, biri bellerinde diğeri ise sağ bacaklarında botlarının hemen üst tarafında saklıydı. Kızların hazırladığı yumurtayı ve fasulyeyi yiyip, yarın neler yapacağımızı konuşmak üzere yatakların bulunduğu odaya ilerledik.