çocukluktan beri süregelen alışkanlıklarımın başında her yaz anneannemlerde kalmak gelir. küçüklükten beri ne zaman anneannemlere gitsem, birkaç gün içinde sıkılmaya başlarım. çünkü ne arkadaşım var orda, ne de zaman geçirebileceğim bir takım şeyler.
anlatacağım şey çok net hatırladığım ama her nasılsa bir şekilde hafızamda geri bellekte kalmış; pek de iç burkmayan fakat aklıma geldikçe pişmanlık duyduğum bir olay.
o zamanlar anneannemler üç katlı bir evde en üst katta oturuyorlardı. kiracılarla aramız iyiydi, onları da annenanne dede gibi görürdüm. alt komşu biraz huysuz bir kadındı, kocası çok yaşlı ama güleryüzlü biriydi. her zaman da hastaydı. ne zaman evin önüne top oynamaya ya da bisiklet sürmeye insek sürekli "hacı hasta yatıyor, ses yapmayın." şeklinde ikazlarda bulunur, oyun oynama hevesimizi kırardı. ben bu hacı amcanın sağlıklı olduğunu da iyileştiğini de hiç hatırlamam. bazen evde sıkıldığımda annemden gizli alt kata iner, hacı amcanın çiçeklerine ve muhabbet kuşuna bakardım. pek konuşmazdı ama yanında olmamın hoşuna gittiğini yüzündeki ifadeden anlardım. bu hacı amcayla ilgili hatırladığım şeylerden biri de baş parmağının kopmuş olmasıydı. muhtemelen bir iş kazası sonucu başına gelen bu olay hakkında ona safça yönelttiğim "parmağın nerde?" sorusunu hiç bıkmadan "kuş yedi" diye yanıtlar, karşımda duran muhabbet kuşundan ürkmeme sebep olurdu. aynı zamanda "kuş gerçekten parmak yer mi ki" sorusu beynimin ücra köşelerini ziyarete çıkarken yaptığı şakayı ciddiye almamış gibi gülümserdim.
herkesin birbirini tanıdığı bu küçük yerde yaşayan insanları saymak için parmakları kullanmak yeterliydi. ve kuşun yediği dahil değil.
anneannemin uzak durmamız konusunda sürekli uyardığı o kız da bu yerde adı en çok geçenlerdendi. kendisi mahallenin selebritilerinden emine olup, yanlış hatırlamıyorsam benden ya 3 ya da 4 yaş büyüktü.
ne zaman sokağa çıkacak olsam annem ya da anneannem onu görünce eve gelmemi, onunla asla konuşmamı söyler; ben aşağı indikten sonra gözden kaybolana kadar balkonda durup bana bakarlardı.
emineden bahsetmek gerekirse kendisi o kadar da korkulacak biri değildi bana kalırsa. annesi deliydi. bazı akşamlar sokakta kendi kendine bağırarak ağlardı. babası hapisteymiş. hiç görmedim zaten. anlatılanlar yüzünden hep korktum ama. küçükken ne zaman katil lafını duysam aklıma eminenin hiç tanımadığım hatta görmediğim babası gelirdi. abisi askerde olan emine. bitli olduğu için uzak durulması gereken emine. annesi deli olduğu için kendisi de deli yaftası yemiş emine. anneannemlerin bahçesindeki vişneleri ve fındıkları aşırıp her fırsatta mahalledeki yaşlıları çileden çıkaran bela emine...
o zamanlar ben tahminen 7 yaşında falanım, akrabalarımızın sürekli gelip gittiği bir dönemde, uzaktan tanıdığımızın oğlu olan bir abi vardı. kendisi yaşanmamış şeyleri yaşanmış gibi abartarak anlatmakta bir numaraydı. onu severdim ama, hikayeleri eğlendirirdi beni.
her geldiğinde, abimle birlikte bize bir anısını anlatmasını ister, bazılarını defalarca anlattırırdık. o da her anlatışında şehir efsanelerinde olduğu gibi yeni şeyler eklerdi anlattığı hikayelere. mesela okul çıkışında ( o zaman liseye gidiyordu) "sayamadığı kadar" kişi ellerinde bıçaklarla buna saldırmış. elinde alet olmamasına rağmen hepsini dövebilmiş. bu hikaye sık sık değişir; bazen bir kız mevzusu üzerinden anlatılan hüzünlü bir aşk öyküsü, bazen okuldaki teröristlerin saldırdığı mağdur milliyetçi çocuğun hayatına dair ufak bir anekdot olurdu. yine de zevkle dinlerdim. yalan olduğunu bile bile kendimi inandırmaya çabalayarak dinlerdim.
yine bu abinin bizde olduğu bir akşam konu emineye geldi. (aslında kendisi o sırada ramazanda iftar saati dağın tepesine top patlatmaya çıkan adamın, tam topu patlatacakken büyük bir karaltı tarafından nasıl yok edildiğini anlatıyordu. ama her nasılsa konu emineye gelmişti)
emineden sonra arkadaşlarına yaptıkları (gerçekten yapmışlar mıydı?) eşek şakalarından bahsetmişti.
daha sonra emine ve eşek şakası fikri ortak bir noktada kesişip bu hayalperest, hikayeci ve dede korkut'un birinci dereceden torunu olma kabiliyetine sahip abinin beyninde ışıklar yakmaya başladı.
bir fikri varmış. önceden arkadaşlarına yapmışlar, çok komikmiş. yine yapalımmış. kurbanımız emineymiş...
diğer gün öğleden sonra bu şakacı abi elinde bir paket rondo bisküvi ve diş macunuyla kapıda belirdi. ilk defa bir eşek şakasına birinci dereceden şahitlik yapacak mahallenin yağız delikanlıları (yaş ortalaması 7) ve elbette naif ruhu o günden bu güne varlığından bir şey kaybetmemiş ve hatta gün geçtikçe artmış meraklılar meraklısı, sevimliler sevimlisi, adeta mini mini bir kuş ben, oldukça heyecanlıydık.
ustalıkla ikiye ayırıp kremasını sıyırdığı bisküviye bakarken sonrasında duyacağım pişmanlık aklıma bile gelmemişti. diş macununu krema misali bisküvinin ortasına sıkışını izlerken, bu iki iğrenç maddenin bir araya gelinceki tadının neye benzeyebileceğini pek tabi merak etmiştim. *ve halen denemeye cesaretim yok.
büyük bir dikkatle yeri pakedin baştan üçüncü bisküvisiyle değiştirilen diş macunlu bisküvi şakaya öylesine hazırdı ki, adeta pakedin içinden "hadi hadi hadi" diye bağırıyordu.
sonrasında herkes yerini aldı ve eminelerin evinin orda beklemeye başladık.
az sonra emine göründü. her zamanki gibi gülünmemesi gereken ortamda gülme meziyetimi de göstererek abinin bana uzattığı pakedin en üstündeki bisküviyi aldım. ve sesli bir şekilde teşekkür ettim ki, emine de görsün. bisküviyi ben de yiyorum ve hayır kesinlikle yenilemez bir şey yok. güven bana, lütfen.
daha sonra abi sıradaki bisküviyi diğer çocuklardan birine uzattı, o da aldı ve yemeye başladı.
sıra geldi diş macunlu olana...
bu müddette emine artık tam olarak yanımızdaydı. yaklaşmamam gereken korkulu emineye ilk defa bu kadar yakındım. kısa ve kirli saçlarına bakıyordum. bit olsa görür müydüm acaba, ve bu kadar uzaktan bit bulaşır mıydı? inşallah bulaşmazdı.
daha sonra paket emine'ye doğru uzandı ve abinin "alsana bi tane" dediğini duydum. o an kendimi dışardan üçüncü bir göz olarak görsem belki de kahkahalarla gülerdim o halime.
emine başta tereddüt etse de pakede doğru uzandı. bisküviyi aldı. hiç beklemediğim bir hamleyle tamamını ağzına attı.
allahım...
kız bir anda çığlık çığlığa bağırarak koşmaya başladı. suratı kıpkırmızı olmuş gözleri yaşlanmıştı. hareket edemedim. o giderken arkasından bakabildim sadece.
diğerleri gülüyordu. kalan bisküvileri paylaştılar. güldüler. ben kaldım. hiçbir şey demedim, gülemedim. ağlayamadım. soramadım. belki ölmüştü. belki düşmüştü, belki hasta olmuştu. ağlamış mıydı? bilemedim. sebebini sormuş muydu kendine. pişman olmuş muydu o da, benim gibi. ben olmuştum.
uzaktan ona bakarken yanına gitmediğime değil; uzaktan ona bakarken suçluluk duyduğum için, onu o hale getirenlerden biri olduğum için pişman olmuştum.
eve döndük.
herkes normaldi. ben hariç. konuşmadım. merak ediyordum, ne olmuştu.
fikir benim değildi, hazırlık ve uygulama aşaması bana ait değildi. bizzat şakayı yapan ben değildim. yüzde kaç suçluydum...
kimseye anlatmadım. anneme anlatmak çok istedim. anlatamadım.
sabah anneannem balkonda otururken yanına gittim, aşağıda biriyle konuşuyordu. emineyi hastaneye götürmüşler. şeker hastasıymış galiba. fena olmuş akşam. "durduk yere hem de." deli annesi tek başına götüremeyince komşular yardım etmiş.
birkaç gün sonra eve döndük, istanbul'a.
o günden sonra emine'yi hiç görmedim. bir sonraki yaz gittiğimde yoktu. taşınmışlar. bir sonraki yaz gittiğimde yine yoktu. sonraki 10 20 50 yaz yoktu emine.
bu yaz da bayramda anneannemlere gittik.
geçen hafta ben seneler sonra emine'yi gördüm.
evlenmiş, çocuğu bile olmuş. şehre taşınmışlar. kocasının da hali vakti yerindeymiş. güldüm. o beni görmedi, görse de hatırlamaz belki.
yanına gidip özür dilemek istedim. yapmadım.
ah be emine, haberin var mı senin yüzünden kaç gece uykusuz kaldım ben. en azından ettiğim dualar işe yaramış, mutlu bir ailen olmuş.