yabancılaşma birçok disiplinde ele alınan (ben edebiyat açısından irdeleyeceğim) ve sebepleri üzerinde birbirinden farklı görüşlerin doğmasına neden olan bir olgudur.
yabancılaşma modern bireyin temel sorunudur. dolayısıyla modernist romanın da en temel unsurudur. modernist anlamdaki yabancılaşmada vurgu üretim ve üretilen metaya insanın konumu üzerindendir.
''işçi ne kadar zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa o kadar yoksul duruma gelir. ne kadar çok meta üretirse, o kadar ucuz bir meta olur. insanların dünyasının değersizleşmesi, nesneler dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar. emek yalnızca meta üretmekle kalmaz, genel olarak meta ürettiği ölçüde kendi kendini ve işçiyi de meta olarak üretir'' k. marx.
işte modernizmin hinterlandı olduğu yabancılaşmış birey tam da marx'ın anlattığı bireydir. (emek-değer-üretim kıstasında) çünkü birey bir kez ürettiğine yabancılaştı mı tüm hayatı değersizleşir. insanın en büyük silahı emektir. ve artık emek kendisinin kontrolü altında olmayınca kişinin denetiminde olması gereken her şey kişiyi kontrol altına alır. bu durumda kaçınılmaz olarak kişinin önce kendisiyle sonra da toplumla olan iletişimi sekteye uğrar, zarar görür, hatta kesilir. -birey önce kendine,sonra topluma yabancılaşır-.
şimdi bu noktada sorulabilecek soru şudur; üretimi sadece modern insan mı gerçekleştirdi?
tabii ki hayır. insanın var oluşundan itibaren üretim vardı.insan emeği ile kendini gerçekleştirdi. rousseau'nun tabiri ile ''doğa halindeki insan'' ürettiğine yabancı değildi. üretimini ya kendisi için gerçekleştiriyordu ya da yine kendisi için kullanacağı bir başka ürün ile takas olması için kullanıyordu. böylece ''doğa halindeki insan'' her koşulda emeğini kendisi için kullanıyordu. modern insan için ise işler giderek karmaşıklaşıyordu.
modern toplumlarda insan değerinin yerini giderek makineler almakta ve emek giderek küçülmekteydi. işçi ürettiği ürüne sahip olamıyor, ürettiği ürüne ve haliyle emeğine yabancılaşma başlıyor.
bu tür yabancılaşma için marx tipi denilebilir. modern insan geliştikçe sorunları da artmaktaydı, burjuva sınıfı da kendine pay çıkarmasa olmazdı; varoluşçu yabancılaşma.
kierkegaard, heidegger, sartre, camus gibi düşünürlerin başını çektiği bu gelenek içinde nesnel bilgi karşısında öznel haikati vurgulayan kierkegaard'a göre, yabancılaşmanın temel problemi, anlamsızlık ve mutsuzluğun hüküm sürdüğü bir dünyada (romantizmden beri mutluluğun kaynağını arayan yazar ve düşünürlerin açtığı kapı) insanın kendi özüne ilişkin olarak uygun bir kavrayışa ulaşabilmesi problemidir. teist varoluşçu kierkegaard'a göre bu ancak ve ancak tanrıya güvenmek ile aşılabilir. ateist varoluşçularda ise anlamda ve amaçtan yoksun bir dünyada söz konusu olan tabii bir durum olup varoluşun saçmalığının bir sonucudur. (bkz: sisyphos)
modern bireyin hayatı sisyphos'unki kadar tekdüze ve anlamsızdır. bu durumun farkında olanlar için de olmayanlar için de yabancılaşma söz konusudur. farkında olanların yabancılaşması sartre'ın tabiri ile ''bulantı'' yahut '' ''varoluş sıkıntısı'' olarak kendini gösterirken; farkında olmayan az eğitimli ya da eğitimsiz kişilerde ise anksiyete, minör ya da majör depresyon, paranoya, panik atak, intihar gibi sonuçlar doğurur.
yabancılaşma kavramı modern insanın temel sorunu dolayısıyla doğrudan modern romanın da temel sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. modernist romanların her kişisi yabancılaşmış olabilir ancak çoğunlukla merkez kişi olarak algılanır. yabancılaşmadan anladığımız sadece, yalnızlık, toplumdan uzaklaşma ise bu kavramı sadece merkez kişi için irdeleyebiliriz. oysa modern romanın tüm kişilerinde yabancılaşmanın etkisi görülür.
türk edebiyatında modernisst unsurların başarıyla kullanıldığı iki roman, aylak adam ve kürk mantolu madonna'da bu kavramı inceleyebiliriz.
aylak adam;
c günlerin adıyla dahi ilgilenmeyecek kadar etrafına yabancılaşmış biridir. c adeta kafasında tüm insanları ben ve ötekiler diye ayırmıştır. konumunun farkında, anlam arayan, düşünen birisidir. fakat ötekiler c'ye göre sadece yaşayıp giden kişilerdir. romanda c dışındaki herkes marksist yabancılaşma, c ise varoluşçu yabancılaşma dahildir. c bu durumun farkında entelektüel biridir.
'' biliyorum sizi. küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. büyüklerinden
korkarsınız. akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. sizi bekleyenler vardır. rahatsınız. hem ne kolay rahatlıyorsunuz. içinizde boşluklar
yok. neden ben de sizin gibi olamıyorum? bir ben miyim düşünen? bir
ben miyim yalnız?'' ( atlıgan, 2009; s.39).
c ötekileri ''eli paketliler'' ve ''üç oda bir mutfak'' isteyenler diye tarif eder. c dışındaki herkes özetle marx'ın '' insanlar dünyasının değersizleşmesi, nesneler dünyasının değer kazanması'' şeklinde tarif ettiği yabancılaşmayı yaşıyordur.
güler - dünyadan çok şey beklemiyorum. üç oda, bir mutfak,
sevdiğim adam, biri kız, biri oğlan, iki çocuk… ''bu kız beni eli
paketlilerden yapmak istiyor''. (atılgan;s.72).
''olanla yetinerek, aramadan, düşünmeden yaşanılsın diye yaratılmış bir
dünyada yalnızdı'' (atılgan;s.150)
romandaki ötekilerin ucuz aşk romanları okuyan, sinemaya gitmeyen, yılbaşılarında evde toplanıp tombalaya oynayan kişiler olarak tasvir edilir. bilinçli bir tasvirdi bu zira bu tip eğlence faaliyetleri ile insan bilincinin oyalanması, kalabalıkların kendi durumlarının farkında olmamaları sağlanması gerekir.
c'nin yabancılaşması ise haliyle ötekilerinden farklıdır. o hayatını sürdürmek için para kazanmaya ihtiyacı yoktur. c için hayat boş ve anlamsızdır. onu anlamlı hale getirecek birini aramaktadır. fakat bu aranılan kişi de c'nin hayatındaki boşluğu doldurmaya yetmeyecektir. zira cevdet kudret'e göre atılgan, romanın sonunda c'yi ölüme yollar. fakat atılgan bundan vazgeçer, romanın fazla dramatik olacağını düşündüğünden.
c. bir ara yüzmeye denize girdiğinde intiharı düşünür.ölme fikri kafasında dolaşan bir kişidir. fakat ölme konusunda bile saçmadan kurtulamaz. zira denizde öldükten sonra kıyafetlerini kimin bulacağını düşünür!
bütün bunlar bize c'nin tam olarak varoluşçu yabancılaşmayı yaşayan bir birey olarak karşımıza çıkmasını sağlar.
kürk mantolu maddonna;
iki farklı bakış açısı ile yazılanve bu anlatıcılar yoluyla yabancılaşma olgusuna birçok cepheden yaklaşan bir romandır. kahraman anlatıcı herkes tarafından sıkıcı ve sıradan bulunan raif efendi'nin hatıra defteri aracılığıyla onun yabancılaşma nedenlerini anlatır. gerek kahraman anlatıcı gerekse maria puder, raif efendi'nin yalnızlığının ve yabancılaşmasının sebeplerini açığa çıkarırlar. bu üç karakter de edebşyatla, sanatla meşgul olurlar. entelektüel bir çizgileri vardır. raif efendi, fabrika için almanya'ya gider fakat kendini sanat galerilerinde,tiyatrolarda,romanlarda bulur. varlığı babasının düşüncelerinin zıddıdır. raif efendi genel kabulun dışında hakiki insanı aramak için ısrar eder.
kahraman anlatıcı raif efendi'yi yakından tanımak için takibe alır evine kadar gider, kalabalık ev ahalisi içinde raif efendi yalnızdır. kimse onun ruhuna dokunamaz. evin maddi olarak tüm yükünü çeker fakat ev ahalisi olarak ''lüzumsuz bir adam olarak görülür'' raif efendi bunun farkında olmasına rağmen aldırış etmez, hoş görür bu insanları.
bu durum yabancılaşma unsurlarından, güçsüzlük, anlamsızlık, yalnızlık ve kendine yabancılaşma ile örtüşmektedir.
raif efendi babasının ölüm haberini telgraf ile alır ama bu durum karşısında kayıtsızdır, tepki vermez. herhangi bir tepki verecek kadar babasını tanımıyordur. ''senin baban iyi bir adam mıydı? diye soracak olsalar, verecek cevap bulamazdım der'' (albert camus yabancı ilk pasaj)
babasından kalan mirası kabul etmez,küçük bir memur olur. ailesine karşı gösterdiği kayıtsızlığı, iş arkadaşlarına karşı da gösterir. hımbıl,pısırık,sıkıcı gibi sıfatlar takılır kendisine aldırış etmez.
yitirdiği inancı ve güveni bir daha yakalayamayacağını düşünür ve çevresinde kaçarak yalnızlaşır, önce kendine sonra topluma yabancılaşır
''raif efendi robot insan olarak ailede baba,iş yerinde memur rolünü üstlenerek insanın sıradanlaşması anlamındaki yabancılaşmayı üst seviyeye çıkarır.'' (b.moran)