Şeâir: Alâmet; islâmın alâmeti olan şeyler, manalarına geliyor. Bilmediğimiz bir batı ülkesine gittiğimizde, orada birinden gördüğümüz islamı direkt anımsatan hareketler islam şeairi oluyor. Namaz, oruç gibi. Mesela en büyük islam şeairlerinden birisi Namaz dır. Dünyanın neresinde olursa olsun namaz kılan birini görürsek, o bize sadece islamı anımsatır. Bunun gibi ezan, minare, besmele, (Birinci Sözde de islam nişanı olarak geçer.) selam da islamın büyük şeairlerindendir, Yani şeair-i islamiyenin azamlarındandır. Ve bu şeairler tebliğ vazifesi görmesi hasebiyle de dikkat çekicidir.
Mesela Ramazan ayında bir ordu misali Oruç tutan tüm Müslümanlar bu tebliğ vazifesine büyük katkıda bulunuyorlar. Adeta bir ay boyunca tüm dünyanın ilgi odağı oluyorlar. Üstad Hazretleri Risale-i Nurlarda "Bizler hakaik-i islamiyenin kemalatını efalimizle izhar etsek, sair dinlerin etbaları, fevc fevc kıtalarla islamiyete dehalet edeceklerdir." sözüyle bizlere lisan-ı hal diliyle yaptığımız, fiilen işlediğimiz islami güzelliklerin, ne kadar mühim sonuçları olabileceğini gِösteriyor. Ve bu fiiller islamın büyük şeairlerinden de olursa; (ORUÇ GiBi) neticenin bu cümledeki gibi olması kaçınılmaz oluyor. Müslümanların bu şeairleri uygulaması sonucunda islama girenlerin sayısının hiçte az olmadığını görüyoruz. Çünkü aşağıdaki ifadelerden de anlıyacağımız gibi her bir şeair başlı başına bir hocalık, muallimlik vazifesi görüyor, tebliğ rolünü üstleniyor. Şeairleri hal diliyle gösteren Müslüman kardeşlerimiz de bu rolü üstlenmede büyük katkı sağlıyorlar.
Şimdi Lemeattaki şu ifadelere bir göz atalım.
"Bir zâtı gördüm ki yeis ile müptelâ, bedbinlikle hasta idi.
Dedi: Ulemâ azaldı, kemiyet keyfiyeti. Korkarız, dinimiz sönecek de bir zaman.
Dedim: Nasıl kâinat söndürülmezse, iman-ı islâmî de sönemez.
Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde her an Olan
islâmî şeâir, dinî minarat, ilâhî maâbid, şer’î maâlim itfâ olmazsa, islâmiyet parlayacak an be an.
Herbir mâbed bir muallim olmuş,tab’ıyla tabâyie ders verir.
Her maâlim dahi birer üstad olmuştur;onun lisan-ı hâli eder telkin-i dinî; hatasız, hem bînisyan."
Herbir şeâir bir hoca-i dânâdır; ruh-u islâmı daim enzâra ders veriyor."
işte, Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri,
hem Cenâb-ı Hakkın rububiyetine,
hem insanın hayat-ı içtimaiyesine,
hem hayat-ı şahsiyesine,
hem nefsin terbiyesine,
hem niam-ı ilâhiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.
Cenâb-ı Hakkın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Cenâb-ı Hak, zemin yüzünü bir sofra-i nimet suretinde hâlk ettiği
ve bütün envâ-ı nimeti o sofrada (“Umulmadık yerlerden.”Talâk Sûresi, 65:3)
bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemâl-i Rububiyetini
ve Rahmâniyet ve Rahîmiyetini o vaziyetle ifade ediyor.
insanlar, gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde,
o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazen unutuyor.
Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, birden muntazam bir ordu hükmüne geçer.
Sultan-ı Ezelinin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın "Buyurunuz" emrini bekliyorlar gibi
bir tavr-ı ubudiyetkârâne göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı,
vüs'atli ve azametli ve intizamlı bir ubudiyetle mukabele ediyorlar.
Acaba böyle ulvî ubudiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?
Allah'ın cc. bizlere yapmamızı emrettiği ibadetlerin hiçbirisi yoktur ki onlarda birçok hikmet olmasın. Her ibadette Rabbimiz sayısız hikmetler gözetmiştir. Tutmuş olduğumuz Ramazan Orucu'nunda sayısız hikmetleri elbette var. Bu hikmetlerden Allahın Rububiyeti noktasındaki hikmeti üzerinde duralım inşallah.
RUBUBiYET : Cenâb- Hakkn her zaman, her yerde ve her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onu terbiye etmesi ve idâresi altnda bulundurması vasfı.
Cenab-ı Hak şu gördüğümüz yeryüzünü öyle bir tarzda yaratmıştır ki; bir cihetle tüm varlklarn istifade edebileceği geniş ve büyük bir sofra hükmüne getirmiş. Öyle bir sofra ki; bütün canlı türleri o azim sofradan istifade ediyor ve her nevin, her tür canlının o sofradan kendine uygun rızıkları bulması mümkün. Mesela Allah bir kuşu yaratırken onun terbiyesi, idaresi için gereken en uygun rızkı da yaratmayı ihmal etmemiş. Arıyı yaratmış, çiçeği de yaratmış. ineği yaratmış, otsuz bırakmamış. Her canlının ne ihtiyacı varsa, onu yaratırken onun ihtiyacı olan şeyleri de beraberinde halketmiş. Hepimizin havaya ihtiyac var ve yaşadığımız dünyada da hava var. Suya ihtiyacımız var, dünyada su da var. Yani şu koca yeryüzü hepimizin idaresi ve terbiyesine gereken rızıklarla dolup taşıyor. Cenab-ı Mevlam bu rızkıları tam ihtiyacımıza uygun şekilde ve zaman da yaratıyor. Karpuza en çok ihtiyaç hissettiğimiz mevsim yaz ve onu yaz mevsiminde yaratıyor. Kış ortasında yaratmyor. Bu suretle bizlere Rububiyetindeki mükemmelliğini, bilerek, görerek, hikmetle herşeyi yaptığını, Rahmaniyetini, Rahimiyetini, merhametini, şefkatini, rızıklandırıcılığını gِösteriyor.
Evet Allah'ın nimetleri hep gِözümüzün önünde, sebeplere taksim edilmeyecek kadar da aşikar aslında. Çünkü ihtiyaçla, ihtiyaç sahibi arasında bir uygunluk var. ihtiyaç sahibini bilen aynı zamanda ihtiyacının ne olduğunu da biliyor, gِörüyor. Bunu müşahede edebiliyoruz. Yukarıdaki örnekler sadece bir kaçı. Peki bu yeryüzü sofrasnın en müşerref misafirleri olan insanlar, bu nimetlerin ne kadar farkındayız. Bütün mahlukat kendine uygun hamd-ü senasını Rabbine dile getirirken, insanların bundan çoğunlukla uzak kaldklarını gِörüyoruz. Hatta bu sofranın daha da kymetli misafirleri olan Müslümanların dahi, bu nimetlerden gaflet içinde olduğunu gِörüyoruz.
Mesela inek süt veriyor, sütü ineğin iyi beslenmesinden biliyoruz. Arı bal yapıyor, bu sene çiçek çoktu diyoruz. Birisi bize sevdiğimiz bir yiyecek ya da bir hediye verse, ona minnet ediyoruz, onu tek sebep olarak gِörüyoruz o nimetin bize ulaşmasında. Halbuki o sebepler ancak araç olabilirler. O sebeplerin arkasnda işleyen bir el vardır. Sebepleri tanzim eden Biri vardr. Bir Müsebbib vardır. Bizler zahire gِre hükmettiğimizdendir ki; bize en son hangi elle gelmişse bir nimet, nimeti ondan biliyoruz, gaflete düşüyoruz. Birinci Sِözde de geçtiği gibi; "Bir padişahın kymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belahet ise; öyle de, zahiri mün'imleri medih ve muhabbet edip, Mün'im-i Hakiki'yi unutmak, ondan bin derece daha belahattir"
Evet bizler bu veciz ifade de olduğu gibi, kıymettar hediye kimden gelmişse tabiri caizse onun ayağını öpüyoruz. Asıl hediyeyi göndereni aklımıza bile getirmiyoruz.
işte Ramazan-ı Şerifteki Oruç bizleri bu gafletten uyandırıyor. Gün içerisinde midemizin yemeğe, suya artan ihtiyacı, Rabbimizin nimetlerini hatırlamamıza ve onların kymetlerini idrak etmemize vesile oluyor. Allah'ın Rububiyetinin faaliyetlerini ihtar ediyor bize orucumuz. iftar vaktinde tüm Müslümanlar bir ses bekliyor, bir işaret bekliyor aynı orduya has bir nizam içinde. Tüm ordu külli itaatini sunuyor Padişahına, umumi ve azim bir ubudiyet içerisine giriyoruz. Tüm islam alemi bir sofra etrafnda toplanmış, Rabbinin emrini bekliyor hissini yaşatıyor insana. iftara yakın o dakikalarda sofranın başında beklemek Sünnettir. Biz o sünneti yaşarken aynı zamanda o nimetlerin nereden geldiğini anlama frsatını bulmuş oluyoruz. Nimetlerin gerçek anlamda farkına varma fırsatı buluyoruz.
Düşünelim; Senede bir defa Ramazan ayı olmasa, ne zaman oturup o nimetleri bize vereni düşünüp hamdini yaparız, ya da bunu ne kadar yaparız ? Ne kadar tefekkür ederiz o nimetleri vereni ? "Acaba bِöyle ulvî ubudiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?"