Milliyetçilik ya da ulusçuluk ya da ulusalcılık bukalemun gibi bir ideolojidir. Tom Nairn'e göre milliyetçilik moderniteye ulaşmanın gerekliliğidir ve Marksizmin en önemli sıkıntılarından biri olarak karşımıza çıkar. Lakin, Marks'ın milliyetçiliğin daha doğrusu 19. yüzyılın sonunda geç kalmış emperyalist emelleri olan ve ulusal birliğini sağlamakta gecikmiş Almanya ve italya gibi devletlerin atı alıp üsküdarı geçmiş olan Fransa ve ingiltere'yle aşık atabilmesi ve dünyanın kenar mahallelerindeki sömürgelerin kurtuluşa erebilmesi adına bu kadar yaygın bir ideoloji haline geleceğini bilememesi de doğaldır. Marksizm milliyetçiliğe ya da amiyane tabirle ulusal soruna hep bir baştan savma tavırla yaklaştı. Rosa Lüksemburg'un ve Lenin'in ısmarlamasıyla Stalin'in bu sorun üzerine çalışmaları üzerine Gramsci'nin romantizmin ötesine gitmeyen bakış açılarından başka bir şey eklenmedi. Neyse, Tom Nairn'in Modern Janus başlıklı makalesine dönersek, Nairn burada Marksizm açısından hep varolagelmiş bir ayrımın aslında analitik bakış açısından yoksun olduğunu milliyetçiliğin muteber ve muzır olarak sınıflandırılamayacağına dikkat çeker. Bu sınıflandırma nereden geliyor? Marksis-Leninist teoride, özellikle Stalin ve Lenin'in eserlerinde ezen ulusun milliyetçiliği gerici ve muzır, ezilen ulusun milliyetçiliği ise ilerici ve muteber görülür. Ancak, ilerici olarak görülen milliyetçiliğin ortaya çıktığı coğrafyalarda, ya da Tom Nairn'in deyişiyle dünyanın kenar mahallelerinde bu milliyetçiliği ortaya koyup geliştirebilecek ne oturmuş bir eğitim sistemi ne de başka uygun koşullar mevcut, bu durumda da entellektüellerin elinde ne varsa bununla milliyetçiliği yaymaya, insanlara 'ruh kazandırmaya' çalışıyorlar. Tabi bu da ne oluyor, eskimiş, unutulmuş mitler, folklorik müzik, yöresel ağızlar diller vesaire gibi söz konusu halkın sahip olduğu ve onu diğer halklardan ayıran özellikler milliyetçi entellektüellerin elindeki tek araç. işte Tom Nairn, iki yüzlü tek başlı Roma tanrısı Janus'a benzeterek şöyle diyor: muzır ya da muteber milliyetçilik yoktur, zira milliyetçilik modernite'nin kapısında bekleyen Janus gibidir, bir yüzü geriye bakarken, bir yüzü ileriye bakar.
Milliyetçilik araştırmaları konusunda önemli isimlerden biri de Benedict Anderson'dur. 'imagined Communities, Hayali Cemaatler' adındaki kitabında, milliyetçiliği 13. yüzyıl hıristiyanlığına benzetir. Milliyetçilik modern bir dindir. Almanya'da ve daha sonra Avrupa'da Martin Luther'in başlattığı (aslında ilk reform hareketi bugünkü Bohemya'da Çek Cumhuriyeti'nde Jan Hus tarafından 15. yüzyılın ilk yarısında başlatılır) Reform hareketi ile lingua franca, yani okumuş etmişlerin, entelektüellerin ve dini işlerin ortak dili olan Latince yerine ulusal diller ortaya çıkmaya başlar. Ulusal dillerin oluşması demek öncelikle standartlaşma demektir. ikinci olarak ise, Latince basım-yayın pazarı doygunluğa ulaşmışken yeni ortaya çıkan ulusal dillerin (Almanca, Fransızca, Macarca vs.) daha piyasası yeni oluşmaktadır. Bu yüzden basım-yayın sektörünün kapitalist emelleri ulusal birleşmeye ve standartlaşmaya en büyük faydalardan birini sağlar. Bu dönemde Latince bilenler için Latince eserleri ulusal dile kazandırmak bir yurttaşlık görevi olarak görülmüştür. Anderson her sabah gazetemizi elimize aldığımızda orta çağlardaki dini ritüellere benzer teatral bir plebisite katıldığımızı söyler. Kahvaltı sofrasında ya da otobüste gazetemizi okurken bizimle aynı anda adını sanını, nerede olduğunu bilmediğimiz ama varlığından emin olduğumuz binlerce, milyonlarca hemşehrimizin, yurttaşımızın aynı şeyleri okuyor, aynı duyguları paylaşıyor olduğunu hisseder ve günlük plebisitte oy hakkımızı ulusun bir parçası olmaktan yana kullandığımızı söyler. Burada gazete ve eşzamanlılık ile ilgili dikkat edilmesi gereken konu zaman algısı ile ilgilidir. Orta Çağ'daki zaman algısı geçmiş, gelecek ve şimdinin aynı düzlemde buluştuğu bir zaman algısıdır. Her an kıyametin kopacağı düşünülür. Geçmiş şimdinin olgularıyla hayal edilir. Örneğin diyelim ki italya'daki bir kiliseye gidiyorsunuz bu dönemde Meryem italyan giysileri içinde tasvir edilir. Eşzamanlılık algısının edebiyatla ve basım-yayın faaliyetlerinin artan okur-yazarlık oranıyla orantılı şekilde gelişmesi birlik duygusunu ve hayal edebilme yetisini ortaya çıkarır. En küçük bir ülkede bile bir yurttaş, ülkesindeki diğer yurttaşların en fazla kaç tanesini doğru düzgün tanıyabilir ki? Ama onları hayal edebilir ve varlıklarından emindir.
Devamı gelecek...