Ölümü, gelmiş geçmiş en yararsız ve kötü şey olarak nitelendiren ve ona
olumlu bir anlam yüklenmesini eleştiren düşünürler de vardır. Örneğin dünyadan
ayrılmanın etkisini yumuşatan dinsel anlayışları olduğu kadar, ölüme özel bir
anlam yükleyen, bir ‘ölme sanatı’ olanağını savunarak ölüme olumlu bir rol veren
tüm felsefi anlayışları reddeten E. Canetti, ölümü varoluşun başlıca belası,
çözümsüz ve akıl ermez bir şey, her şeyin sonsuza dek bağlanıp içinde kıstırıldığı
ve hiç kimsenin kesmeyi şimdiye dek göze alamadığı düğüm olarak görmüştür.
Ona göre ölüm, anlamlı olamaz ve olmamalıdır.
Ölüme yönelik farklı yaklaşımlar söz konusu olsa da, ölüm gerçeği ister
istemez insanın dikkatini kendi üzerine yönelterek, ‘Yaşam ile ölüm arasındaki
ilişki nasıl anlaşılmalıdır?’ ‘Ölümün etkisi yaşamı anlamdan yoksun bir serüven
haline getirmesinden mi ibarettir yoksa ölüm bir anlamlılık kaynağı mıdır?’ gibi
varoluşsal nitelikteki sorularla kişiyi karşı karşıya getirmekte ve insan olmanın
paradoksunu gözler önüne sermektedir: ‘Ölüm gerçeği’ ile ‘ölüme karşı koyma’
arzusu.