Ölüme karşı koyma, öncelikle insana özgü tasarı ve projeleri hayata geçirip
bir tür ölümsüzleşebilme arzusu şeklinde olabilir. Eğer ‘ortalarda olmama’,
‘gözden kaybolma’, ‘unutulmuş olma’, insana acı veriyorsa; ölmek, ama
unutulmamak, yaşarken kalıcı projeleri hayata geçirmekle, ölümsüz eserlere imza
atmakla mümkün olabilecektir. Diğer taraftan ölüme karşı koyma, bir bakıma
ölümü reddetme öncelikle onun sizin başınıza gelebileceğine inanmamak şeklinde
de olabilir. Başka bir deyişle insan, gündelik yaşamın sorunlarına odaklaşarak
ölümü bir başkası için kolayca kabullenirken, kendisi adına onu cesaretle
kabullenme sorumluluğundan uzaklaşabilme eğiliminde olabilir. Hatta ölümden
duyulan korku, ölmüş olanın bir başkası olmasından duyulan memnuniyete bile
dönüşebilir. Oysaki insan, kendi ölümünü kabullenme cesaretinden yoksun olsa da,
Heidegger’in Rilke’den yaptığı aşağıdaki alıntılamada da görüleceği üzere, yaşam
ile ölüm arasındaki bütünsel ilişkinin göz ardı edilmemesi, yaşam ile ölümün
bağlaşık bir biçimde anlaşılması gerekir. Zira Heidegger’e göre, her daim mevcut
olan bir olanak olarak ölümle ilgilenen kişi, yaşamında sahte ve aldatıcı
anlayışlardan kolaylıkla uzaklaşacaktır.
Ay gibi kuşkusuz yaşam da bizden sürekli yüzünü çeviren bir yana sahiptir ve
bu, yaşamın karşıtı değildir, ama Varlığın mükemmelliğine, doluluğuna gerçekten
bütün ve tam…küresine tamamlanmasıdır. Ölümün sevilmesi gerektiğini
söylemeyeceğim; ama yaşam öyle bir yüce gönüllülükle ve tüm yanlarıyla
sevilmelidir ki (yaşamın başka yöne bakan yarısı olarak) ölüm, gönüllü bir şekilde
daima…sevilsin. Ölümün bize yaşamın kendisinden sonsuzca daha yakın durması
düşünülebilir bir şeydir.