Çünkü ölümlü olduğunu bilen insan, doğumu ile ölümü arasındaki kısa süre
içerisinde kendini gerçekleştirme, projelerini hayata geçirme durumunda olan bir
varlıktır. (Soll, 2006, s.68)
Varlığımızın olumsallığını, kişisel varoluşumuzun bu temel bilmecesini en iyi
dile getiren düşünürlerden biri olan Pascal, “Geçmiş ve gelecek sonsuzluk içinde
yutulan kısacık yaşamımı düşündükçe, hatta benim bilmediğim ve beni bilmeyen
uzayların sonsuz büyüklüğü içinde kaybolan kapladığım küçücük uzayı gördükçe
dehşete kapılıyorum ve orada olmaktan çok burada olmama şaşırıyorum” (Bauman,
1992, s.32) derken Heidegger, öleceğimizi bildiğimiz için, zamanı gerçekten
bildiğimizi söylemektedir. Dasein’ın (insan varoluşunun) varlığı ‘ölüme-doğruoluş’
olarak anlaşılması gereken bir varlık olduğu için, zamanı ölümle
ilişkilendirerek kavramıyor olsaydık, zaman bizim için sadece saatin bir hareketi
haline gelip, insani olmaktan yoksun olurdu. Oysaki Dasein, ölüme doğru yol
alırken zamanın ufkunda kendi ontolojik varoluşunu gerçekleştirebilmektedir.
Diğer bir deyişle, ölümlü bir varlık olan insan, hem öncesi hem de sonrası
itibariyle zaman dışındadır. Bu durumda onun varoluşunu gerçekleştirme serüveni
bir bakıma ‘henüz-değil’ ile ‘artık-değil’ arasında yer almaktadır. (Solomon, 2006,
s.327) insan, kendini gerçekleştirme yolunda projeleri olan bir varlıktır ve projeleri
geleceğe yönelir. Ölüm ise, gelecek ile ilgili tasarılarımız açısından özel bir öneme
sahiptir. Çünkü kişinin kendi ölümü, tüm olanakların olduğu gibi en görkemli
projelerin de sonu anlamına gelir.
Dolayısıyla tüm olanakları sonlandırdığı için, insanın yaşam süresinin önemi
olmaksızın ölüm, yüz yaşında gelse bile ‘her seferinde zamansız’ olarak
nitelendirilir ve insana acı verir.
Öte yandan ölüm, insan aklının sınırlarını zorlayan bir olgudur. “Aklın ölüm
problemine herhangi bir cevabı yoktur.” (Barrett, 2003, s.149) Akıl, seçenekleri
değerlendirmek durumunda olduğumuzda bize kılavuzluk yapabilir, fakat ölüm
gerçeği bize seçim yapma şansı vermemektedir. Bu sebeple ölüme ilişkin kavrayış
“aklın en büyük yenilgisidir.” (Bauman, 1992, s.29) Yani zihinsel olarak ölümü
anlamak mümkün değildir. Akıl, ölümü-ölümü nasıl bir şey olarak bildiğimizi
değil-düşünemediği için, ölüm düşüncesi terim bağlamında bir çelişkidir ve çelişki
olarak kalmak durumundadır. Daha açık bir ifadeyle, ölümü düşünmek, düşüncenin
bir bakıma kendi kendisine karşı koymasıdır. Düşüncenin kavrayamadığı tek şey
kendi varolmayışı
*
olacaktır. O halde ölümü anlamak,
onu zihinsel olarak değil, varoluşsal olarak yaşanan, bilinen bir ilişki olarak
anlamak demektir. Ancak ölümü bizzat yaşayan insanın ise, yaşadıklarını
diğerlerine ulaştırma ve onlarla paylaşma imkânı hiçbir zaman olmayacaktır.
Böylece başkalarının ölümüne dair gözlemlerimiz sebebiyle zihnimizde ölüm
hakkında bir fikir olsa da, kendi ölümümüzü zihnimizde canlandırmamız dahi
mümkün değildir. Freud’un da vurguladığı üzere, kendi ölümümüzü hayal ederek
anlamaya ve kurgulamaya her kalkıştığımızda kendimizi aslında bir seyirci
konumunda buluruz. (Bauman, 1992, s.25)
Ölümün kaçınılmazlığından, dünya üzerinde gelip geçici oluşumuzdan daha
rahatsız edici, kaygı verici bir durum yok gibi görünse de Epikuros, ölümün tam bir
kayıtsızlık sorunu olarak ele alınması gerektiğini düşünür. Çünkü ona göre, ölüm
geldiğinde ben burada olmayacağım ve deneyimlemeyeceğim için, ölüm korku ve
endişesi gereksizdir. Ona göre, ‘ben varken ölüm yoktur; ölüm olduğunda ise ben
varolmayacağıma göre, ölüm ne ölüyü ne de yaşayanı etkilemeyecek olan, kayıtsız
kalınması gereken bir durumdur.