insan yaşamları ölümün merkezi bir rol oynadığı yaşamlardır. Diğer canlılar
için ölüm, bir ‘telef olma’ olarak değerlendirilebilirken, insan için ölüm, özel bir
anlama sahiptir. Bilen ve ‘ne bildiğinin bilincinde olan bir varlık’ olma
özelliğindeki insan için ‘sonlu varoluş’ ya da ölüme dair bilinç en sarsıcı
farkındalık halidir. insanın ölüme yönelik bu bilinçli farkındalığı nedeniyle,
felsefenin temel ilgisinin ölüm olduğuna, insanın ölümü anlaması ve kendini ona
hazırlaması, ‘ölümü öğrenmesi’ gerektiğine dikkat çeken klasik bir yaklaşım
vardır. Ancak ölüm problemi, çağdaş felsefi ekoller arasında varoluşçu felsefenin
dışında, felsefi tartışmalarda gerektiği yeri alamamış, çoğu kez yan bir konu olarak
değerlendirilmiştir. Varoluşçu felsefenin ilgisi var olana ya da var olanın
“varoluşuna dönüktür.” Söz konusu felsefe, genellikle
zihinsel eğitimimizin bir sonucu olarak bireylerin ortaklaşa özelliklerine dikkat
çeken ‘tipleştirmeye’ yönelik yaklaşımları reddederek, bireylerin kendilerine özgü
olan, ‘biriciklik’ gösteren yönlerini ön plana çıkarır.
Başka bir deyişle, ‘ben bir insanım’ dediğimde ben-ım ifadesi benim
varoluşumu, insan yüklemi ise, benim ne tür bir varoluşla varolduğumu ifade
etmektedir.
Varoluşçu felsefe, insanı bireysel orijinalitesi ve
somut tecrübeleri ile ‘kendine özgü’ bir varlık olarak değerlendirme, somut olana
dönme, soyutlamalar, kavramlaştırmalardan uzaklaşma eğilimindedir. Soyut
düşüncenin, insanı varoluş yolundan uzaklaştıracağı fikriyle yola çıkan varoluşçu
filozoflar için insan yaşamının anlamlılığına katkıda bulunması ya da -farklı bir
bakış açısıyla- insan yaşamının anlamsızlığına dikkat çekmesi ve onun
değersizliğini gösterebilmesi açısından en temel problem ölümdür. Kişinin kendi
ölümüdür. Dışımızdaki nesnel ya da kamusal anlamıyla değil, bizzat kendi
ölümümüz.