malajor

entry12 galeri
    9.
  1. Doğduğunda, bir kangren soğuğunun hazanına, Kanla terbiye edilmiş, koca kafası ve iri bedeniyle örtülere sarıp sarmalanan, ilk nefesini bozkırın merhametsiz bilgeliğinden alan, dimağı gelişmeye fırsat bulamamış genç ölülerin ve gelişmeye hiçbir zaman fırsat bulamayacak yaşı geçkin soluk alıp veren ölülerin arasından sıyrılıp da, masum bir gelin duvağının altında savunmasız uykulara dalan, sevginin dolayımlandığı, öfkenin doğrudanlaştırıldığı bir kültürden nasiplenerek büyümek, ne denli yekpare kılabilirse bir ruhu; ben de o denli yekpareyim işte...

    Ne çok acı var diyen zarafetin, masif kıvamındaki karşılığıyım ben...
    En az toprağın kadar acımasız,
    En az toprağın kadar kavruğum.

    Paramparçayım!
    Anlıyorsun değil mi?

    Acılarımdan bir doğru oluşturamazsın...
    Tebessümlerin aynı doğrultuda ilerlediği güvenilir tekdüzelikler, seyirlik bir oyun gibi,
    Boğulduğum suların sürekli değişen tadına anlam veremeyişlerim bundandır, belli…

    --spoiler--
    Durmadan bölünüyorum
    Katmerli hüznün zerresine
    --spoiler--

    Öylesine çok ki parçam, daha silueti gözbebeklerine düşmemiş bir yığın güzellik ve acı varken şu ruy-i zeminde, gözlerini toprak altındaki hülyalara kapatmayı seçtiğin gündeki parçalarımla, elimi göğsüme bastırmak zorunda kaldığım gecelerin bozkır ıslıklı seslerinde kaybettiğim parçalarımı bir araya getirmeye çalışsam, Korkarım ki, hançeremden meczup bir sada yükselecek yattığın mezarın kül rengi coğrafyasına!

    --spoiler--
    Ayrılıyorum,
    Yollar gibi...
    --spoiler--

    Ve şimdi, bozkır yanığı ellerimi bir tarafa bırak.
    Kız saçı dedikleri tütünün sarımtırak bir buhranla parmaklarımıza sindiği o kadim şehrin izbe hikâyeler türeten gecelerini anlatmalıyım sana…
    Dideban tepesinin böğrünü ak bir hançerle ortadan ikiye bölen kuzey soğuklarına baktığım gün ve gecelerde, bizi biz yapan bitimsiz ayrılığın varlığına rağmen kurduğum tümleşik hayallerin safiyetini dinle...

    Belki bir kurt uluması değil, lakin bir tilki sinsiliğine yatmış yosun renkli cemiyetlerin ihanet çemberini yırtıp da saf rüyasına daldığım satırlardan müteşekkil resimlerin sana ne denli benzediğini, bol yıldızlı gecede gözlerini, akan suyun sesinde kırılgan mırıltını seyreyleyip de gizliden gizliye sigara içtiğim boynuz şehrinin saklı heybetini dinle…

    Dağların döşünde kaynayan uysal bir pınarın, beyaza kesen dehşetengiz öfkesini diz üstü çökerek dinlediğim saatlerde, beni durmadan sana götüren o yağız atın suya öykünerek doludizgin bir serkeşlik tutturduğunu, göğsüme çöken sancıdan anlayıp da ölüm şarkısını terennüm ettiğim sarhoşluk hallerimi dinle...

    Ah şu mezar taşları…
    Geçip gidiversemler eşliğindeki göz teması dilemmalarında kalakalmalara yenik düşmenin ne denli ağır bir irin olduğunu bilsen keşke…
    Bilsen keşke de, gözleri meçhul, elleri meçhul, hikâyesi ve eceli meçhul bir çocuk mezarı başında cerehat acısı çekerek yakarmanın nasıl bir tutunamamışlık olduğunu anlatabilsem sana…

    Gözlerinden, o koca gözlerinden doyasıya öpebilsem…

    --spoiler--
    Varlığım,
    Yokluğun,
    Yani Bir efsun şalına bürünmüş kül rengi hakikatimiz,
    Paramparçadır...
    --spoiler--
    3 ...