dinlenilen bir şarkıda, içilen bir sigarada, minik bir kediyi ellerinizin arasına aldığınızda, bir bebeğin dünya karşısındaki şaşkınlığına tanık olduğunuzda, karlar arasından fırlamış bir çiçeğe dokunduğunuzda, kocaman bir ağaca yaslanıp uyuduğunuzda, dağlara dağlara çıktığınızda, bir yol üstü çeşmesinde ağzınızı suya daldırdığınızda, geceleri sokakların aslında ne kadar sessiz olduğunu farkettiğinizde, yaşamın bazen renklerle bazen de koyu bir grilikle güzel olduğunu hissettiğinizde, kollarınızı açıp kendinizi gece denizinin kucağına bıraktığınızda, karlı köprülerin altında içtiğiniz şarapta, içiniz bir ada kokusunun özlemiyle yanıp tutuştuğunda, sizi diplerine çeken betonun serinliğinde, bir gölün kıyısında toz olmuş bulutlara baktığınızda, yosunlu taşlara bastığınızda, bekçi kulübelerine bıraktığınız parmak izlerinizde, tuna'da ateşler yakmış insanlara rastladığınızda, otellerden aşağı panjurların, bahçelerin, gizlenilen kapılardan ince bir duman yükseldiğinde, şöminenin yanında kitaplar okuyup uykulara daldığınızda, gölgelerde gezinen sevgili dudaklarında, aşkın yataklarında, dişlerinize düşmüş bir elma çöpünde, kağıtların ucunda aslında sadece bir ses olduğunuzu duyumsadığınızda, gizli yorganlar altında üşüdüğünüzde, ateşböceklerinin sesini duyduğunuzda, dünyanın içine gömülecek kadar sarhoş olduğunuzda, bir kadının boynunun çıldırtıcılığında hissedilen duygudur. ve sonra, her ne kadar kötü bir dünyada da olsak, aklınıza nazım'ın dizesi düşer ve onu sessizce mırıldanırsınız: dünya, her zamankinden güzel dünya.