ışide katılan odtü fizik mezunu

entry10 galeri
    3.
  1. okurken iyi gider: https://www.youtube.com/watch?v=tHo0kJkH304

    bölüm 1:

    hilafet topraklarından selamlar!
    uzun bir süre internetsiz kaldığım için bir süre benden habersiz kaldınız. artık nerede olduğumu biliyorsunuz. bir kaç kişinin haberi vardı, bazılarınız tahmin ediyordu belki. fakat çoğunuz beklemiyordu muhtemelen. mesajlarına cevap atamadıklarım beni affetsin, fazla internet bulma şansım olmadı gerçekten. en yakın zamanda hepsini cevaplayacağım. her neyse, şimdi bu internetsiz geçen uzun sürecin nasıl geçtiğini anlatacağım.
    finlandiya’da kaldığım süre boyunca aklım hep şam topraklarındaydı. buralara eğitimimi tamamladıktan sonra gelmeyi düşünüyordum fakat dayanamadım ve hicret etmeye karar verdim. aileme gece okulda kalacağımı söyledim ve aynı gece odtü’den yola çıktım. yola çıkarken yalnızca allah’a tevekkül ederek ve öncesinde istihare yaparak çıktım, rasulullah (saw) sahabeye kuran ayeti öğretir gibi istihare duasını öğretirdi ve bir karar vereceklerinde bu duayı yapmalarını söylerdi (rüya olayı ise sünnette yok). eğer çıktığım yol hayırlı olacaksa işler kolaylaşacaktı ve eğer değilse gitmem zorlaşacaktı. odtü’de otostop gelenektir, o yüzden arkadaşla otostop çekerek kapıya kadar gittik ve ardından dolmuşa atladık. fakat bir eksiklik vardı: fotoğraf makinem! “neyse” dedim, “bu büyük bir engel sayılmaz”. arkadaşa söyledim “sen sonra adamı bulur alırsın”. ben de alabilirsem ondan alırdım bir şekilde.
    tek başıma geçirdiğim 14 saatlik yolculuğun ardından hayatımda ilk kez urfa’ya geldim ve ocak ayının 10’unda herşeyi geride bırakarak islam devleti topraklarına hicret ettim. urfa’dan tel abyad’a geçişim doğal yollardan olmadı elbette. geçiş oldukça zor sayılırdı. bayağı bir koşmak zorunda kaldık. o yüzden büyük bir valiz almamam isabetli olmuş. sınırı geçen kişilerden bir tek türk ben vardım. gerisi tunus’tan libya’dan, arabistan’dan gelen kardeşlerdi. sınırı geçtikten ve 500m yürüdükten sonra bizi sellektör yakarak bekleyen bir araba bekliyordu. bizi karşılayan kişi adeta kardeşlerini karşılar gibi karşıladı. fakat bende bir hayal kırıklığı vardı: araba toyota değildi grin emoticon neyse sonra bir 500m daha gittikten sonra araba durdu ve orada bir 10dk bekledik. sonra bizi almaya bir minibüs geldi. ancak bu da toyota değildi! neşidler eşlinde tel abyad’a vardık. eve varmadan önce türkiye’den bile görülen devasa bayrağın yakınında bir durduk ve dalgalanan tevhid bayrağını bir kaç dakika izledikten sonra devam ettik. orada bizi uzun saçlı ve sakallı afgan bir emir karşıladı ve bizi bir odaya aldılar. odada elektrik yoktu, aydınlanma mum ile sağlanıyordu. orada her türlü elektronik eşyalarımızı ve pasaportlarımızı çıkarmamız emredildi. ben bana bir kaç dakika vermelerini, göndermem gereken bir kaç e-posta olduğunu söyledim. zar zor izin alıp göndermeye çalıştım fakat internet pek iyi çekmiyordu tabi, sonuçta sınırın öbür tarafındayız. bir kaç e-posta gönderebildim fakat hepsini gönderemeden elimden aldılar telefonu. emir biraz ciddiydi, o yüzden biraz “nereye geldim ben” demeye başladım ama neyse. sonra hepimizin ismi soruldu. burada herkesin kendine ait bir künyesi var. benimkisi ise tabi ki ebu hurayre at-turki idi ve bundan sonra herkes beni ebu hureyre olarak çağırmaya başladı burada : )
    kaldığımız ev, avlusu içinde olan yüksek duvarlı, duvarları komşu evlere bitişik köy evlerindendi. burası büyük ihtimalle ypg’den ganimet olarak alınmıştı ve duvarlarda bir sürü mermi izleri vardı. içeride bir kaç tane oda vardı. bu arada sonradan gördüm ki suriye’deki evler hep böyle, bir kaç tane oda var ve banyo ve tuvalet de dışarda ayrı ayrı odalarda. biz ilk odadan çıktıktan sonra bizi avluda yaklaşık bir 20 kişilik grup sevinçle karşıladı...sanki kendilerini yıllarca tanıyormuşuz gibi samimilerdi. işte kardeşlik böyle bir şey. hiç tanımadığın birisini bile sevinçle sımsıkı sarılarak karşılıyorsun. ben bu arkadaşların burada uzun zamandır bulunan mücahitler olduğunu düşünüyordum fakat sonra öğrendim ki bunlar da ben gibi buraya yeni gelen kişilermiş. burası geçici bir mekan olup bir kaç gün kaldıktan sonra buradakileri rakka’ya gönderiyorlarmış. burada bulunan kardeşlerden hiç türk yoktu fakat bir tane doğu türkistan’lı kardeş vardı. bu kardeşin geliş hikayesi ise oldukça ilginç. bu kardeş buraya gelmek için önce çin’e oradan tayland’a, singapur’a sonra malezya’ya ve en sonunda türkiye’ye gelmiş. başka bir türkistan’lı arkadaştan duyduğuma göre sırf bu yolculuk için 15000$ gibi bir rakamı gözden çıkarmışlar! daha sonra çin’lilerin bunlara yaptıkları zulümleriduydum ve halime şükrettim. sakal, başörtüsü her türlü yasakmış. bir arkadaş ablasının 10 senedir evden çıkmadığını söyledi bu yüzden. hapislerde de kadınların ve erkeklerin karışık olarak iç çamaşırı ile bırakılarak muamele yapıldığı söylendi. daha neler neler var da bu kadarı aklıma geliyor yazarken.
    öbür arkadaşların hikayeleri de oldukça ilginçti. gelenlerden bir tanesi hollanda’lıydı. bu arkadaş aslen arap’mış ama arapçası da çok iyi değil. buraya gelmek için apple bilgisayarını 300$ gibi rakama falan satmış. sonra yunanistan’a geçmiş. doğrudan türkiye’ye geçseler anlıyacaklar tabi. yunanistan’a gittikten sonra pasaportu ayakkabının altına attım diyor, sonra suriyeli taklidi yaptım diyor. suriyelileri direk türkiye’ye yolluyorlarmış zaten. ondan sonra işler kolay. fakat sınırda çevirilip yakalananlar da olmuyor değil. daha sonra tanıştığım bir türk arkadaş 3 kez yakalanmış gelmeden ama delil yetersizliğinden salınmış. benim geldiğim hafta da 7 kişi yakalanmıştı gaziantep’te.
    diğer bir arkadaş fransız, hapisteymiş önceden. hapiste bulunduğu sırada bir şeyh buna tevhid’i anlatmış. ondan sonra bu demiş ben cihat etmek istiyorum. hapistiyken 10 gün ailesini görmek için izin vermişler bu da iki gün içinde devle’ye gelmiş. diğer fransız da 23 yaşında müslüman olmuş. kendisi 33 yaşında makine(uçak) mühendisi. diğer bir kişi aslen suriyeli olup isveç’li. bu onun ikinci gelişiymiş. daha önce ömer al şişani’nin ketibesindeymiş. halep’te nusra ile olan olayları bizzat ondan dinleme şansım oldu. diğer bir arkadaş bangladeş’ten gelmiş o da makine(gemi) mühendisi. başka bir arkadaş belki çoğunuzun adını duymadığı dünya’nın öbür ucundaki trinidad&tobacco’dan! en ilginci ise fas’lı bir kardeş istanbul’a iş için gelmiş. “daha önce içki içerdim, zina yapardım” diyor. “sonra otel’de kaldığım arkadaşlar yavaş yavaş bana tebliğ ettiler ve 5. gün buraya geldim” diyor.
    bizim geldiğimiz günün ertesi günü bir grup gitti sonra başka bir grup geldi. gelenlerden bir iki kişi pakistan’dandı. bunlar o kadar yolu karadan gelmişler, ne kadar çile çektiklerini düşünün. 8-9 tane de kosovalı vardı. bunlardan bir tanesi almanya’dandı ve profesyonel k1 kickbox’cuymuş. tabi bu gelenlerin hepsi güvenlik amacıyla traşlı geliyorlar. aralarında tek sakallı ben olunca hepsi sen nasıl böyle geldin diye şaşırıyorlar, dedim ben turist gibiyim, o yüzden sorun olmadı. zaten turist sanıp yabancı dille bile konuşan oldu grin emoticon . kosovalıların gelişi de kolay olmamış. doğrudan istanbul’a gelseler hemen yakalanacakları için önce makedonya’ya geçiyorlar oradan istanbul’a. “makedonya, sırbistan falan bizden nefret ederler o yüzden de hiç nereye gittiğimizi önemsemezler” diyor. istanbul’a gelince de aralarından büyükleri resim kursu için geldiklerini ve diğerlerinin de öğrencileri olduğunu söylüyor. gelenlerin çoğu 17-20 yaşlarında gençler. o gün elinde bim poşeti olan iki kişi daha geldi. dedim türk mü acaba? ama değil, kendileri suriyeli iki kardeş, biri 16 diğeri 19 yaşında. istanbul’da bir sene yaşamışlar, o yüzden türkçe biliyorlar biraz. onlar da ailelerini orada bırakıp savaşmak için buraya gelmişler. aynı gün bizden kan önrekleri aldılar. bu uygulama yeni başlamış sanırım. diğer arkadaşlardan almamışlar çünkü. ertesi gün de dizüstü bilgisayarı olan bir kişi geldi ve hakkımda pasaport bilgileri, ulaşabilecekleri bir telefon numarası(şehit olunca aramak için vs) ne iş yaptığım, ne okuduğum, daha önce bir suça bulaştım mı? ve hangi dilleri bildiğime dair kayıt tuttu.
    burada kaldığım sırada bir tane yavru kedi vardı. ebu hureye deyince herkes onu gösteriyordu bana smile emoticon sürekli kucağımda okşayarak uyutuyordum. orada ensardan bir arkadaş kediyi daeş diye çağrıyordu sürekli grin emoticon
    tel abyad’da şehirin işleyişi ise gayet normaldi. halk günlük hayatına şeriatın altında huzurlu bir şekilde devam ediyordu. burada üç gün kaldıktan sonra isimlerimiz çağrıldı ve 7-8 kişi bir minibüse bindik ve yola çıktık. ilk günden kardeş gibi olduğumuz kişilerle ayrılışımız da yine sevinç doluydu çünkü ayrılırken birbirimize “cennette görüşürüz inşallah” diyerek ayrılıyorduk. tel abyad’da başka bir eve daha uğradık orada meğer 2 tane türk varmış. onlar da istanbul’dan gelmişler. ankara’da kimin cemaatindensin falan diye sorduklarında ben sadece odtü’de bir kaç arkadaş takılıyordum, cemaat falan hiç bilmiyordum diye cevap verince şaşırdılar biraz. ankara’da böyle bir cemaat olduğunu da kendilerinden öğrendim.
    rakka’ya gidişimiz 3 saat sürdü ve her kavşakta bir kontrol vardı. islam devleti güvenliğe oldukça önem veriyor. izin kağıdı olmadan geçmeye izin vermiyor. rakka’ya vardığımızda üçer dörder kişiler halinde ayrı ayrı eve yerleştirmeye başladılar. ben ensardan bir arkadaşla en sona kaldım, merakla bekliyorum acaba nereye verecekler diye. daha sonra okul inşaat’ı gibi bir yere geldik. geldiğim gün biraz boğazımda ağrı vardı, burada iyice hastalandım çünkü oldukça soğuktu burası. ısınma tel abyad’da olduğu gibi yine mazotlu soba ile sağlanıyordu fakat burada sobanın bacası dumanı dışarı değil içeri veriyordu. hayatımda hiç sigara içmememe rağmen ömrüm boyunca sigara içmiş gibi oldum burada.
    burada da iki tane türk arkadaşla tanışmtım. kendileri neredeyse bir aydır buradaymışlar. rakka’ya deyrezzor’dan gelmişler. orada tercüman olmadığı için şer’i eğitimi almak için buraya göndermişler. devle’ye katılan herkesin önce bir şer’i eğitimden geçmesi gerekiyor ve bu eğitim boyunca da sıkı bir spor eğitimi yaptırılıyor. bunun ardından da silah eğitimi başlıyor. bu arkadaşlar da benim deyrezzor’a gönderilebileceğimi söylediler fakat gönderilirsem gitmemi söylediler. aynı gün dedikleri gibi oldu, beni çağırdılar ve otobüse binmem gerektiğini söylediler. bu arkadaşlar son anda engel oldular gitmeme. aynı gün bir daha çağırdılar. ve bu sefer süpriz! toyota 4x4 beni bekliyordu. fakat beni kasaya oturttular. daha sonra şehri dolaşmaya başladık. yine bir kaç eve uğradık. fakat en sonunda yine aynı yere geldim. zaten hasta olan ben bu turda iyice soğu yedim. neyse bu sayede şehri görmüş oldum. rakka tel abyad’a göre büyük ve kalabalıktı. burada hayat ise daha bir hareketliydi. halk günlük yaşımına normal bir şekilde devam ediyor, sandığınız gibi etrafta kafalar kesilmiyordu : ) islam devleti’nin en güzel tarafı her yerde sigaranın yasak oluşu. bu sayede her yer dumansız hava sahası diyebilirsiniz ancak öyle değil çünkü her yer mazot dumanı altında. burada herkes motorsiklet kullanıyor ve mazot ucuz olduğu için herkes mazot yakıyor. devlet yeni kurulduğu için bu tarz problemler var ancak ileride özellikle muhacirlerin eliyle ve allah’ın izniyle daha güzel hale gelecektir inşallah.
    rakka’da kaldığım yerde kalabalık bir tacik grup vardı. bunun haricinde bir tane özbek ve bir tane de avusturalyalı vardı. ailesi lübnan’lıymış aslen fakat o orada doğup büyümüş. kaldığımız yer dediğim gibi oldukça soğuktu bu yüzden de bir kaç gün boyunca teyemmümle idare ettim. tel abyad’da daha çok kebap ağırlıklı yememize rağmen burada kaldığımız süre boyunca yemekleri herkes kendi yapıyordu ve daha çok yumurta falan yedik. burada yemekler türkiye’de veya finlandiya’da olduğu kadar güzel değil fakat ne türlü olursa olsun doymamız bana kebap yemiş kadar mutluluk veriyordu. tel abyad’a göre burada elektrik daha fazlaydı.
    rakka’da kaldığım günlerde ilk defa bomba sesi duydum buralarda. bombalar düştüğünde camlar titriyor ve yer sarsılıyordu ki belli bir süre sonra rüzgardan kapı sallansa “bomba mı düştü?” der olduk. her an başımıza bomba düşecek korkusuyla karşı karşıyaydık. bir ara bombalama başladığında güvenlik gerekçesiyle başka bir eve götürdüler. emirler gerçekten güvenliğimize herşeyden çok önem veriyorlar burada. gittiğimiz evde bir iki saat kalıp tehlike geçtikten sonra tekrar eski yerimize geldik.
    ertesi gün bizi tekrar çağırdılar ve bu sefer eşyalarımızı da almamızı söylediler. biz tekrar heyecanlandık. acaba sonunda şeri eğitime (muasker) mi gidiyoruz? sonra yine bizi rakka’daki başka bir eve aldılar. orada başka türkler de vardı. burada bir iki saat kaldıktan sonra bizi tekrar başka bir eve aldılar. biz yine heyecanlandık ama gittiğimiz yer yine şeri eğitim alacağımız yer değildi. neyse en azından orada bir duş alma şansım oldu. fakat tabi ertesi gün yine hastalandım. o gün tam internete girme şansı bulurum diyordum ki bizi yine aldılar ve gidiyoruz dediler. bu sefer hedef humus’tu. 6-7 saatlik zorlu bir yolculuğun ardından humus’a vardık. yolun bir kısmı çölde geçti, asfalt falan yok yani. humus’ vilayetine bir iki saatlik mesafedeki nusayri’lerden alınan bir köydeki bir eve yerleştik. evin iki büyük bir küçük odası var ve mutfağı ve banyosu dışarda yer alıyor. bizi buraya getiren emir fas’lı güler yüzlü genç bir emir. emirler genel olarak çok iyiler ve onlarlarla iletişimimiz de kendi aramızdaki iletişimimiz gibi. yani böyle komutan-er arasındaki bir ilişki gibi bir şeyden ziyade kardeşler arasındaki ilişki gibi bir ilişki var. vali yardımcısıyla konuşmaya gittiğimizde bile durum böyle. islam devleti’nde kişilerin bu tarz görevleri onlara makam mevkiden ziyade ekstra sorumluluk veriyor. sahip oldukları şeyler de tağut devletlerde olduğu gibi ayakkabı kutuları dolusu para, villar, saraylar ve lüks arabalar değil. (ganimet olarak alınan lüks arabalar var tabi ve bunlar emanet olarak mücahitlere verilebiliyor)
    neyse bu geldiğimiz yerde yine şeri eğitimi bir an önce görürüz umuduyla beklemeye başladık. ancak diğerleri biraz umutsuzlardı çünkü onlar yaklaşık bir aydır geziyorlarmış. burada yine bir iki günden fazla kalmayız diye düşünüyordum ancak sandığım gibi olmadı. her gün bugün gideriz yarın gideriz derken on gün geçti burada. yaptığımız tek şey yeyip içip yatmak oldu. bundan güzel bir şey yok tabi, tatil gibi. emirlere ısrarcı olduğumuzda da bize hep anyı şeyleri söylüyorlardı “sabr sabr”. biz sabrederiz sorun değil de bizim bu kadar ısrarcı olmamızdaki tek neden devleye ve insanlara daha iyi bir şekilde yardımcı olabilme durumumuz varken burada boş boş oturmamız. yine de burada türk arkadaşlarla iyice kaynaştık. ankara’dan kaynakçı bir arkadaş vardı. kendisi 14 yaşında çocuğuyla gelmiş. onlarla her vakit geyik döndürüyorduk. bir tane almancı bir arkadaş vardı, o da 5 yaşında kızıyla gelmiş. kendisi şu an her yerde aranıyor olabilir çünkü eski eşi kolombiya’lıymış ve buraya gelirken babannesini görmek için 2 haftalığına türkiye’ye geldiklerini söylemiş. gidiş o gidiş tabi. diğer arkadaşlar da istanbul, adana, elazığ, diyarbakır, giresun, çanakkale gibi çeşitli yerlerden. bunlardan bir tanesi de imamdı. kendisi yıllarını tarikatta harcamış. önce cübbeli hoca cemaatindeymiş, ardından kadirilere girmiş. kendisi vekilliğe kadar yükselmiş. son 6 ayda tevhidi öğrenmiş ve bakmış ki tarikatlar hep bidat ehli. şimdi burada yıllarını nasıl oldu da heba etti onu anlatıyor grin emoticon (bu arada ben bu satırları düzeltirken üzerimize helikopter geldi yine ve yakınlara bir bomba attı)
    ensarla sürekli “ensar müşkile” muhabbeti oluyordu. ensarın içinde 14-16 yaşlarında bayağı tatlı bir çocuk vardı. o da sürekli bana “akhi ensar müşkile” deyip duruyordu : ) bir de bu ensar “mecnun”(deli) lafına çok takıyor. biz de birine deli desen “he” der geçer ama bunlarda sanki ana avrat sövmüşsün gibi tepki veriyorlar grin emoticon
    kaldığımız yer aslında bir nevi hapishane gibiydi. dışarı çıkamıyorduk ama ihtiyacımız olduğunda dışardan istetebiliyorduk. buraya gelirken 65tl vardı cebimde ve bu kadar sürece boyunda 15tl falan harcadım. tl burada oldukça değerli sayılır. yemekler iki öğün olarak yeniyor, arada kaçamak yapmazsak tabi. yemekler de oldukça hijyenik ortamlarda hazırlanıyor! (ensar müşkil diye boşuna demiyoruz). neyse yine de her şeyden memnunuz. yani normalde olsa burada bir saat durmazsın ama amacın allah için olduğu zaman bu tarz şeyleri hiç önemsemiyorsun gerçekten. tek korkumuz dizanteriye falan yakalanmamız grin emoticon birinde bu temizlik olayı özbekleri isyan ettirdi. dediler bundan sonra yemekleri siz yapın temizliği biz yapalım. onlar da tamam dediler olay çözüldü. ikinci sorun yatak problemi. bir odada neredeyse 30 kişi yatıyoruz ve sürekli fazladan birileri getiriliyordu. tek kişilk yataklar (süngerler) bir süre sonra iki kişilik haline geldi neredeyse! bu evin güzel tarafı bahçesinde zeytin ağaçları olması. arada bunların yapraklarından koparıp çay olarak içerdik. çay demişken suriye’liler de türkler gibi çok çay tüketiyorlar ama bir farkla: biz çaya şeker atıyoruz bunlar şekere çay katıyorlar! öyle bir çay getriyorlar ki bildiğin şerbet yani. işin kötü tarafı bunlar şekeri de pişirirken atıyorlar, bu yüzden de çoğu zaman çaysız kalıyorduk. çay geldiği zaman soru “akhi şukkar kesiir?” (şekeri çok mu?). ama kaldığımız 2 hafta boyunca bunlara türk çayı yapmayı öğrettik sayılır. en azından kendi çayımızı yapmamıza izin verir oldular.
    eğitim olarak muhacirler ensara göre oldukça iyiler. ensarın arap diye kur’anı falan çok iyi okuduklarını düşünebilirsiniz ancak çoğu fatiha’yı bile çok yanlış okuyorlar. harfleri bile doğru telaffuz edemeyen çok insan var. ama öğrenmeye de o kadar hevesliler. tecvid öğrenmek için bizimkilerden çok ensar gelirdi yanıma. arapça bilmiyor oluşumuz gerçekten çok sıkıntı oluyor çünkü ensardan ingilizce bilen çok az ve türkçe bilen daha da az. arada bir türkiye de bir yıl kalmış suriyeliler oluyor, onlarla olduğu kadar anlaşmaya çalışıyoruz. burada kaldığımız bir gün o tel abyad’da tanıştığım bim poşetli çocuklar getirildi buraya. beni görünce o kadar sevindiler ki, ben de çok sevindim. halbuki sadece bir iki gün geçirmiştik beraber. neyse birbirimizin hikayesini dinledikten sonra bunları aldılar yine başka bir yere götürdüler.
    bu evde kaldığımız süre rakka’dakinden daha korkuluydu. her gün üzerimizde esad’ın uçakları uçuyordu. ve bir uçak sesi duyulduğu zaman dışarıda “tayaran tayaran!” (uçak uçak) bağrışmaları yaşanıyordu ve ardından herkes eve veya ağaçların altına geçiyordu. fakat bazen uçak öyle yakından ve tam üzerimizde uçuyordu ki ben “allah’ım nolur bugün canımı alma” diye dua ediyordum. bunun tek sebebi ise bu satırları bizzat içinden görmüş olarak insanlarla paylaşmaktı. bombalar gözle rahatlıkla görülebilecek kadar yakınımıza düşüyordu. bunlardan birinde uçak öyle bir dalışa geçti ki tam üzerimizdeydi ve gürültüsü sağır edecek gibiydi ve biz hendekte heyecan içinde bekliyorduk. bize atması an meselesiydi. fakat atmadı. derin bir oh çektim, bombayı yakınlarda başka bir yere bıraktı.
    yaklaşık 15 gün böyle duygular içinde geçerken bir gün emir geldi ve eğitim için gideceğimizi söyledi. bizi bir heyecan kapladı yine. ancak aynı gün benim çok sevdiğim o fas’lı emir geldi ve diğer evdeki arkadaşların bir kısmının türkiye’ye dönmek istediklerini söyledi. kendisi onların geri gitmesini istemediğini benim de bu durum için aracı olmamı söyledi. kendilerinin gitme nedenini tahmin edebiliyordum. büyük ihtimal tekfir meselesi yüzündendi. bu arkadaşlar türkiye’deki halka kafir olarak davranılması gerektiğini düşünüyorlardı. devle ise halklara müslüman gözüyle bakıyor. ve bu arkadaşlar bu konulardan sorumlu bir ilim sahibiyle konuştuğunda kendilerine devlenin böyle kişilere harici olarak baktığını ve hapse attıklarını söylenmiş. gitme sebepleri de bu yüzden. evet sandığınız gibi devle harici değil, hatta tersine tekfirci akidede olan insanları harici damgasını vurup cezalandırıyor. ben kendilerini ikna etmeye çalıştım ve bir kaç tanesi vazgeçtiler fakat bir iki tanesi gitmek de ısrar ettiler. ben de hayırlısı dedim, ne diyeyim.
    bizim eğitime gitme olayı bu arada yine “yarın”a kaldı. biz tabi yine umudu kestik çünkü yarın dedikleri hiç gelmiyordu. ama bu sefer geldi. ve adeta mülteciler gibi üstü açık hyundai kamyonete 20-30 kişi doluşup eğitim alacağımız yerin yolunu tuttuk. bir saatlik yolculuğun ardından uzaktan gördüğümüz tepelere geldik. humus’un çoğu düzlük ve çöl olmasına rağmen burası yine çöl gibi fakat yüksek tepelerle çevriliydi. kalacağımız yer ise evler değildi bu sefer: mağaralar! burada iki üç tane mağara vardı ve bu mağralarda adeta bir köy yaşıyordu. her bir mağra 50 ila 100 kişilik. içeride aydınlatma jenaratörden sağlanan elektrikle sağlanıyor. yerlerde ganimet olarak alınan birleşmiş milletlerin unchr’ın hasırları var. ilk geldiğimizde yerde yatacağımızı düşünmüştük, fakat taşlar acayip batıyor insanın sırtına. daha sonra neyseki süngerler geldi. üzerimize de yine bm’in battaniyelerinden verdiler. devle’de bu tarz ganimet çok. sahvecilerden alınan saudi montları, atkılarını herkesin üstünde görmek mümkün. yine de bu kaldığımız yer evden daha sıcak gibiydi. burada biraz iyileşme şansı buldum o yüzden. tuvalet yine dışarda tabi. banyo olayını unutun, cünüpseniz gusül yerine teyemmüm önerilir. su her şey için yeterince var ve arada traktörün getirip doldurduğu tankerlerden sağlanıyor. duyduğuma göre fırat’tan direk doldurulup getirliyormuş. bu arada burada da önceki evde bulunan çin malı çamaşır makinelerinden mevcuttu. adamlar dağ başına bile çamaşır makinesi getirmişler! ancak bulaşıklar yine elde ve soğuk suda yıkanıyor, bunları da yine kendimiz yapıyoruz tabi ve soğuktan herkesin elleri çatlamış durumda. fakat özellikle bu mağralarda namazlar gerçekten çok güzel geçiyordu. devlede saflar olması gerektiği gibi topuklar topuklara dizler dizlere omuzlar omuzlara olacak şekilde ve özellikle bu mağrada imam bizzat bütün safları gezip herkesi tek tek hizaya getirdikten sonra namaza başlıyordu. türkiye’deki camilerdeki gibi alel acele kılınmıyordu. ben bunun yarısını bizim odtü’deki mescitte yapmaya kalkıştığımda cemaatten “ya rahat rahat kılalım daha ferah olsun” diyenler vardı grin emoticon buradakiler bir de izar (paça hizası) konusuna çok dikkat ediyorlar. o yüzden biri laf söylemesin diye paçaların bileğin üzerinde durmasına dikkat eder oldum.
    burada ne kadar kalacağımız konusunda ise hiç bir fikir yoktu. biri diyor 30, diğeri diyor 50. geldiğimizin ilk günü sabahtan spora başlattılar. ilk gün belim ağrıyor deyip yırttım ben. yaşlıları ve hastaları ayırdılar fakat bize de yine gerdirme harketi falan yaptırdılar. öbürlerini ise bir 2-3km falan yürütmüşler ardından kurbağa yürüyüşü, diğer bir kaç zorlu hareketler ve sürünme gibi hareketler ve üstüne bir de çamura sokmuşlar. ikinci gün bu sefer ben de katıldım. buraya gelirken tek bir kıyafetle gelmiştim o da finlandiya’dan aldığım su geçirmez pantolon ve mont. ve bunlarla sürünmeyi hiç istemedim ama işte mecburiyet. o yüzden gelecek arkadaşlara tavsiyem bu tarz şeylere dikkat etsinler. takım halinde altlı üstlü bir kamuflaj kıyafeti alsınlar derim.
    aynı gün maldivli bir arkadaşla tanıştım. o da kayseri’de makine mühendisliği okumuş ve sonra okulu bırakıp nusra’ya katılmış. kendisine nusra ile ilgili sorular sordum, çünkü nusra-devle olayında kararsız kalan çok insan var. o da bana nusra’da 8 ay falan kaldığını o arada bir takım insanların devleye geçmeye başladığını söyledi. “bunların bir kısmı devle mücahitlere iyi para vermesi, ev vermesi gibi dünyevi sebeplerden gidiyorlardı diyor” ancak “iki üç muhacir arkadaşım vardı onlardan çok emindim. onlar her şeylerini bırakıp buraya geldiler ve dünya menfaatleri pek umurlarında değildi” diyor. ondan sonra bu araştırmaya başlamış. bir ay hiç bir şey yapmadan vaktini camide falan geçirmiş. sonra bu nusra’nın komutanlarına sormaya başlamış. orada bir kadı varmış nusra’nın ikinci adamıymış. o buna başlamış devle “harici” falan demeye. bu ondan sonra itiraz etmiş. daha sonra devleyi savunmaya kalkarsan hapse atmakla cezalandırılıyorsun diyor. ondan sonra bu türkiye’ye tekrar gelip türkiye’den devle tarafına geçmiş ve işte bu mağralarda tekrar eğitimden geçiyor. kendisi buradaki durumun oldukça kötü olduğunu daha iyi olması gerektiğini söylüyordu (ensar müşkile olayı). temizlik falan yerinde değil, organizasyon çok iyi değil “ancak inşallah biz düzelteceğiz bu tarz şeyleri” diyordu. gerçekten de öyle olacak inşallah. sandığınız gibi burası bir örgüt değil, gerçi bir devlet ancak bu devlet de mükemmel bir devlet değil. evet devlet islam devleti ancak kişilerin hataları devletin hatası değil. kişiler yanlış yapabilir, bu her yerde böyledir. yanlış olan bir şeyi bütün devlete mal edemeyiz. bir müslüman adam öldürse bunu müslümanların hepsi katildir gibi bir noktaya getirmek ne kadar yanlışsa islam devleti içindeki bireysel olayları bütün devle’ye genellemek de o kadar yanlış. devle işleyiş olarak da mükemmel değil, temizliğe önem verilmiyor, trafik kuralları tam oturmamış olabilir ancak adım adım elimizden geldiğince biz düzeltmeye çalışacağız inşallah, özellikle muhacirler olarak.
    bu mağrada kalalı iki gün oldu fakat işin garip tarafı tercüman burada da hala ortalıkta yoktu. biz tercüman beklerken yine bizi isim isim çağırdılar. tam mağra adamı olmaya alışmışken dediler siz yine gidiyorsunuz. peki nereye? bilen yok. “galiba rakka’ya gidiyoruz tekrar” dedik fakat en sonunda yine aynı geldiğimiz eve geldik. bu sefer yerimizde başka mücahit adayları vardı tabi. mağradan dönerken aramızda bir ingiliz ve çocuğu vardı. kendisi inşaat mühendisi. bu adamla da bayağı bir muhabbet ettik. kendisine anjem choudary’yi abu rumaysa’yı falan sordum meğer abu rumaysah bunun yakın arkadaşıymış. kendisi ve çocuğu da gökbilime ilgili sayılırlar. en azından bazı takım yıldızları biliyorlar ve bana sormadan ben onlara anlattıkça anlatıyorum. bu arada gökbilim sever arkadaşlara diyebilirim ki devle’de gökyüzü neredeyse her yerde tertemiz, hiç şehirden uzaklaşmaya falan gerek yok çünkü çoğu yerde elektrik yok. buraya gelirken kuyrukluyıldıza bakamadan gelmiştim. burada çıplak gözle bakmaya çalıştım ama harita olmadığı için bulamadım maalesef. fakat akşamüstü burçlar ışığı mükemmel görünüyordu.
    bu evde yine aynı korku tekrar başladı tabi, uçak her uçtuğunda atacak mı atmayacak mı diye korku içinde bekler olduk. birinde tam kahvaltıya oturmuştuk ki bir helikopter bir de uçak üzerimizde turlamaya başladı. tabi biz herşeyi bırakıp hendeklere koşuşmaya başladık ve yine sürekli aynı dua halindeyim ben.
    burada durumlar böyleyken insanların da sabırları iyice tükenir oldu tabi. artık emirlere isyan içindeyiz. rakka’ya veya tabka’ya ne zaman gidebiliyorsak gidelim artık diyoruz. fakat en azından nerdeyse iki haftanın ardından bir banyo yapma şansı yakaladım tekrar. tasla falan banyo yapmak sorun değil de keşke bir şu bahar gelse de havalar bir ısınsaydı diye içimizden geçiriyoruz sürekli... aradan neredeyse bir ay geçti ve bu durum bizi kaçmaya itti en sonunda. emire söyledik ve biz kendi başımıza rakka’ya gidiyoruz dedik. o da “hay hay” dedi. yola çıkar çıkmaz askeri emir geldi ve geri dönmemizi söyledi biz yine devam ettik. otostopla kontrol noktasına giderken sonra geri çevirdiler bizi ve olaya islam devleti polisi (arapça şurta) el attı. şurta durumumuzu duyunca çok üzüldü. bizim o ingiliz arkadaş “ben karımı ve çocuklarımı görmek istiyorum ve bugün gideceğim” dedi. “ben herşeyimi geride bırakıp buraya hicret ettim”. adam dedi “bana 24 saat ver her şeyi halledeceğim. eğer araç bulamazsam kendi arabımı adamımla birlikte sana vereceğim” ve bunu söylerken ağlamaya başladı. orada öyle bir duygusal anlar yaşandı. ve dedi “bütün mal varlığımı suudi arabistan’da bırakıp geldim buraya”. neyse sonrasında tekrar aynı eve gittik. akşam olduğunda bizi güvenlik gerekçesiyle çıkardılar ve tekrar dağlara sürdüler. orada köy gibi yere attılar fakat kaldığımız yer tam bir ahırdı. kapısı falan da yoktu. sobayı falan unutun zaten. üstelik yatacak yer de yok, iki büklüm yatıyoruz. (bu arada buradan sufi arkadaşlara sesleniyorum, nefis terbiyesi istiyorsanız hiç durmayın buraya gelin. hayatımda hiç bu kadar soğuk su ile abdest aldığımı, bulaşık ve çamaşır yıkadığımı, ikinci el kıyafetler giydiğimi veya soğukta yatmak zorunda kaldığımı hatırlamıyorum). neyse gündüz olduğunda başka sobalı bir ev bulduk da orada rahat rahat yatma şansı bulduk. burada kaldığımız iki üç gün en zorlu günlerdi. tankerden su içerken içerisine bakmadan içiyorduk. dizanteriye yakalanmadan kurtulmamız şaşılacak şey doğrusu. ne zaman muaskere alacaklar derken günlerden bir gün üç kişi geldi ve bizi gruplara ayırdı. bunlardan bir tanesi azeri’ydi ve ingilizce de biliyordu. öbürü rakka’da ve humus’ta aynı evde kaldığımız bir tacik’ti. elinde ak-74 vardı ve biz şaşırdık tabi. çünkü o da bizim gibi muaskere falan girmemişti. hemen eline silah verilmiş olması gerçekten ilginçti. sonra bu üç kişi bizi yaşlarımıza göre gruplandırdı ve 20-35 yaş arasını daha sonra tek tek çağırdılar. herkese bir takım sorular soruyorlardı. sıra bana geldi ve içeri girdim. bu arada 3. kişi ensardandı ve o da ingilizce biliyordu. işin garip tarafı soruların çoğunu bizim o tacik soruyordu. daha sonra öğrendim ki kendisi meğer önceden rusya’da özel harekat tarzı birşeymiş. sonra iman edip buraya gelmiş.
    bu sorulardan bir saat sonra eve geldiler ve aralarında benim de olduğum beş kişiyi çağırdılar ve komandoya seçildiğimizi söylediler. “bizim şartlarımız ağırdır, yemek az veririz hatta bazen vermeyiz” dediler. “gelmek istiyor musunuz?” biz bir kişi hariç “tamam” dedik. buraya vardığımızda bize sıfır paketinden çıkartıp üç tane battaniye verdiler (bu arada battaniyeler de türkiye’den). ilk defa tertemiz batteniyelerde yatıyorduk! daha sonraki bir ayımız burada geçti. burada o tel-abyad’dakine benzer bir kayıt tekrar tutuldu. kayıt tutan kardeş ismimi sorduğunda ben “ebu hurayre as-sincani” dedim bu sefer. böylece ikinci ebu hurayre turki’den ayrılmış oldum. bu arada yemekler beklediğimizin aksine 10 numaraydı. aşçılarımız tacikti o yüzden yemekler bizim kültüre yakındı. haftada bir bir koyun kesiliyordu ve sayımız toplamda 30 kişi olduğu için haftanın en az 4-5 günü yemekler etliydi. neredeyse her gün muz ve portakal ikram ediliyordu. 3-4 günde bir snickers verildiği de oluyordu (snickers bayağı meşhur buralarda). emirimiz abu abdussalam şişaniydi. kendisi oldukça iyi birisiydi. biz hendek kazdığımızda o da bizle kazardı. bazen tuvalet temizlerken görüldüğü de söylenirdi. emirlerden biri en ufak adeletsizlik yapsa hemen mahkeme yapılırdı. bizlere uygulanan bir ceza varsa aynısı emirlere de uygulanırdı. bunun haricinde fiziki eğitim oldukça ağır sayılırdı. ve burada yaptığımız her şey notlandırılıyordu. özellikle dikkat edilen nokta emirlere itaat. tertip, uykudan uyanma vs. hepsi notlara tabi. ve muasker bitiminde bu tutulan notlar daha sonra bizim not ortalamamız gibi bizimle birlikte her yere gelecek deniyordu. bu arada burada şunu fark ettim ki suriye’de ikinci dil rusça! özbekler, tacikler, çeçenler, kırgızlar, azeriler, kazaklar, ruslar... hepsinin ortak dili rusça ve burada onlardan çokça var. türk olup rusça bilmeyen bir tek türkistan’lılar ve biz türkiye’liler varız.
    0 ...
  1. henüz yorum girilmemiş
© 2025 uludağ sözlük