otobüse o kadar güzel binmişti ki; sanki ben ve otobüsteki diğer yolcular otobüse binmemiştik, otobüse dökülmüştük. sanki birileri bizi yaka paça içeri atmıştı ve kendimize gelmeye çalışıyorduk.
muavine ücretini ödemek için yürüdüğü üç dört adımda yüzünü iyice görebildim. liv tyler. hatta google'a ''liv taylor'' yazmışım da, google ''bunu mu demek istediniz?'' deyip bu kızı göstermişti. başında kırmızı bir bere vardı. beyaz kaban, mavi bir kot ve siyah bir bot. botlarının üzerindeki karı görebiliyordum ve hemen ''belli ki yürümüş baya'' diye düşündüm. muavine ücretini uzattı. parasının üzerini alırken bozuk parasını düşürdü.
bozuk paranın düşüşünü ağır çekimde görüyordum. yavaş yavaş yere düşüyordu sanki, paranın üzerindeki ışık oyunlarını bile fark edebiliyordum. para yere kavuşmadan düşünmeye başladım; ''o para bilmem kaç derecelik bir açıyla yere düşüp önüme kadar yuvarlansa, ben parayı yerden alıp ona versem ve o da bana teşekkür etse. bir şekilde muhabbet açılsa -bir gün, muhabbetlerin her zaman ''bir şekilde'' başlayacağına dair küflü düşüncelerimden kurtulabilirsem benim için çok büyük bir adım olur- ve konuşmaya başlasak.''
para yere düştü. ama o para yere öyle bir düştü ki; sanki otobüsün tabanında kocaman bir mıknatıs varmış gibi yere yapıştı. hiçbir yere yuvarlanmadı. tabandaki mıknatıs olmasa ve utanmasa zıplayıp kızın ellerine geri gelirdi. bunu gördüğümde hayatımda en sık yaptığım hatalardan birini tekrar yaparken yakaladım kendimi. düşük ihtimaller üzerine umutlanıp olmayınca şansıma küsmek, kaderime ve kendime kızmak.
liv eğilip parasını aldı. otobüsün ortasındaki boşluğa geçip, yüzü benim olduğum tarafa dönük bir şekilde ayakta durmaya başladı. hemen kalkıp yer vermeyi düşündüm ama otobüste fazlaca boş yer olduğunu fark edip vazgeçtim. hatta böyle olduğuna da biraz sevindim. yer vermeye çalışsaydım yanına gider; '' buyrun oturun lütfen'' derdim. o da ''rahatsız olmayın lütfen'' derdi. ben de diyaloga girmenin verdiği coşkunlukla ''ya o nasıl söz, oturun şöyle siz. niye ayakta kalacakmışsınız canım?'' der, kollarından tutar yerime oturturdum. yetmezmiş gibi konuşmaya devam ederdim; ''ha şöyle, oturdun rahatladın değil mii ahahaıhımm. oturacaksın tabi. o kadar yol geldin sen. yürüdün ettin, üşüdün bak burnun da kıpkırmızı olmuş. ben sana şimdi bir çay dem.....................''
öylece duruyordu. beklediğimin aksine hiç de ''hüzünlü, uzaklara bakan kız'' duruşu yapmıyordu. gayet normal, bir yerlere gitmeye çalışan, otobüste olmanın verdiği sıkıntıyla yolculuğun bitmesini bekleyen biri gibi duruyordu. gözleri benim olduğum yere hiç bakmıyordu. o kadar bakmıyordu ki; bana baksa oturduğum koltuğu, arkamdaki yolcuları görebilirdi. biraz üzüldüm ama onu rahatça izleyebildiğim için de memnundum.
o öyle etrafa bakarken ve ben de onu izlerken kulaklarımda -kulaklıklarımda- teoman - saat 03:00 çalıyordu. biraz önce küstüğüm kaderimle ışık hızında tekrar barıştım bu parça sayesinde. hayalimde çoktan tanışmıştık. o kadar birbirimizi bulmuştuk ki; saatlerce konuşmadan durabilirdik. sessizliği taciz etmeden saatlerce susabilir, birbirimizde bulduğumuz huzuru koklayabilirdik. ama tüm bunların tersine deliler gibi konuşuyorduk. benim bütün kötü esprilerime gülüyordu. ben de onun bütün yalnızlıklarını dinliyordum sıkılmadan. otobüs ulus'tayken ellerini tutmuştum, kızılay'a yaklaşırken birlikte olmazsak yaşayamayacağımızı anlamıştık, milli kütüphane'ye varmadan evlenmeye karar vermiştik. ''otobüste evlenelim, hemen şimdi? şoför kıyar nikahı, o da kaptan nihayetinde?'' diye sordum ve o, benim bu kötü esprime bile içtenlikle gülmüştü. otobüsten indiğimizde yağmur yağıyordu. gerçekte o anda kar yağdığının farkındaydım ama beni ilgilendirmiyordu. hatta bu farkındalığa, içgörüsünü kaybetmemiş bir deli gibi sevindim. biz biraz yağmurun altında yürürken birden bahar geldi. herhangi bir yerde çay içtik. sigara içtiğim için biraz kızdı ama bırakabileceğimi anlattım. neden sonra, bir şekilde bir yerden pembe pamuk şeker aldık. boyalı dillerimizi birbirimize gösterip sırıttığımızda, hayal bile olsa bu kadar yapış yapış bir romantizmin gereksiz ve saçma olduğunu fark edip uyandım.
etrafıma bakıp benden başka kimsenin liv'i izleyip izlemediğini kontrol etmeye başladım. illa ki üç dört herif bakıyordu ama benim kadar ileri gittiklerini sanmıyordum. en azından pamuk şekere kadar gidememişlerdir, diye düşündüm. milli kütüphane'ye geldiğimizde istemeden de olsa otobüsten inmek zorunda olduğumu anladım. durmak bir işe yarasaydı ve o da orada duracak olsaydı, otobüste yaşayabilirdim. ama inmeliydim hemen. ayağa kalkıp orta kapıya doğru yürüdüğümde onun da inmek için hareketlendiğini gördüm. kapının açılmasını beklerken yanyana geldik. o kapının açılmamasını ilk defa istedim ve her zaman bir kerede ve ''kaptan orta kapı!'' diye seslenmeden açılmayan kapı hemen açılmıştı. üç dört kişi, indik.
işte o anda, ''hemen tanışabilme, bir şekilde telefon numarası alabilme, hiç olmadı ad soyad öğrenip facebook'tan irtibata geçebilme'' özelliği olan adamlara özendim. gerçi facebook'tan ne mesaj atabilirdim? merhaba ben-sen?- otobüsten inince-otobüs?- tanıştığınız-tanıştığımız?- adamım. konuştuğunuz biri var mı ya? -konuştuğunuz biri var mı mı? yetmişli yılların popüler çapkınlık sorusuyla mı bu işi yapacaksın...-
belki, dedim. o da bahçeli tarafına yürür. belki biraz daha takip ederim, izlerim onu. ama o emek tarafına doğru gitti. ben de yürümeye başladım. arkama baktım arada sırada. yürümeye devam ediyordu. kalabalığın arasında kayboldu. o anda düşündüm; dursam burada. aynı yönde devam ederse dünyanın şekli yüzünden en nihayetinde buraya gelir yine.