istanbul, bir zamanlar rengin ve ışığın yurduydu. Bizans biraz da ışık ve renktir. Lütfen ışığını Bizanstan, yani istanbuldan alan o Venedikli ustaları hatırlayınız. Tizianoyu, Tintorettoyu, Veronesi.
Bir yanda Venedik rutubeti, öte yanda coşkun renkleriyle neşeyi de hüznü de birleştiren istanbulun ışığı. Göğün, denizin ve gözlerin mavisi. ilk baharda koynuna kırmızıları da alarak mora çalmaktan çekinmeyen çiçeklerin mavisi.
Rum usta Theophanesin ekibinde çalışan bir sanatçıydı Andrei Rublev. Bir ressam, bir nakkaş, bir derviş. Kendisi gibi bir dervişin hayretle açılmış gözlerinden seyredilmeyi hakkeden bir derviş.
Ustası Andrei Rublevin, sen herşeyi bildiğini düşünüyorsun, sana artık bir şey öğretemem, şeklindeki sitemine böyle cevap verir huysuz çırak Foma. istidat ve kabiliyetinin çabayla kemâline ereceğini akıl edemez. Çabayla, yani alçak gönüllülükle.
Bir zamanlar bizde cehl-i mürekkeb denirdi bilgisizliğin böylesine. iki katmanlı bilgisizlik. Hem bilmemek, hem bilmediğini bilmemek. Başka bir deyişle cehalet değil, gaflet. Yani kişinin kendinden habersiz olması.
Bilmediğini bilmeyene ne öğretilebilir?
Hiç.
Andrei Rublev (1966), tartışmasız Tarkovskinin opus magnumudur. Bir şah-eser. Sanata dair bir şaheser. Sanatın gereksindiği özgürlüğe dair.
Yasaklanır bu yüzden.