işte bir dijital dersinden atılmama sebep olan hikaye.
Sözler
"Dönmek güzeldi bu kente". Bir melodi uydurmaya çalışıyordum bu söze, boyaları kalkmaya yüz tutmuş vapurum, ışıktan bir sayfanın üzerindeki kalem gibi yol alırken. Vapurumun çığlığı martılarınkisini bastırıyordu. Duydum ki yenileri, konserve kutusuyla da seyahat edilebileceğini kanıtlarken, eski dostlar jilet olacakmış. Rüzgara sevdalanıp onunla kaçan gazetemin bulmaca eki, vapurumun olası geleceği gibi kesti beni bu düşüncelerden. Yakalamaya çalıştıysam da beceremedim. Günahkar bir gelinliğin düştüğü gibi kondu suya. Motorun köpükleri onu hazmetmeden önce biraz can çekişmişti suyun yüzeyinde.
Ufak keskin bir kahkaha, algılarıma "Bana gel" diye çağrıda bulundu. Ben de emre uyup başımı çevirdiğimde, bir kolun bana uzattığı simit parçasını ve kolun üzerinden bana bakan, denizin yakamozunu bana sunan bir çift gözü gördüm. Üç-dört yaşlarında, sevimliliği yanaklarında şelale olmuş, gözleri de bu manzaraya mavi bir çift dolunaylık yapan bir kız çocuğuydu ilgimi misafir eden. Bir kez daha güldü, sonra bana uzattığı simitten bir parça ısırıp, kalan yarısını martılara fırlattı. Lokmayı kapmak için martıların birbiriyle yarıştıklarını görünce, heyecanla bir parça daha kopardı yarıya gelmiş simitten. Susamların ve kırıntıların dökülmesine aldırış etmeden, taze simidi bana uzattı. "Önce biraz ye", dedi, ardından gamzelerini hafızama batırana değin geniş geniş gülümsedi.
Bu şehri severim, ama hayvanlarıyla aram pek yoktu. Ne var ki kıramadım minik arkadaşımı. Tanışmamıştık bile, ama bir anda arkadaş oluvermiştik. "Önce sen ısır ki, onları ne kadar çok sevdiğini bilsinler. Onlarla ne paylaştığını bilsinler", bir çocuktan beklemeyeceğim sözlerdi bunlar. Bu ufaklık büyülemişti beni. Oturduğum yere dönmedim. Vefakar sırt çantamı yalnız bırakıp, yeni ahbabımla beraber hem karnımı doyurdum, hem de martıları sevinç çığlıklarına boğdum. Kırk beş dakika boyunca bir şey söylemeksizin eğlendik. Ne ismimi sordu, ne de ne yaptığımı. Kendinden de bahsetmedi büyük bir olgunlukla. Sadece bana muhteşem bir kahvaltı yedirdi, benim de sonradan aldığım iki simit ve bir poğaçanın da yardımıyla. Hiç unutamayacağım bir sabah yaşıyordum.
insanların sesleri, sözleri olmadan da duygular var olabiliyormuş; isimler ve gerekçeler gerekmiyormuş insana yaşaması için. Kaç sene olmuştu bu gerçekleri unutalı? Çok üzün süre herhalde ki, sessiz sinema kalktığında, dedem gençliğini yaşıyordu. Ya pantomime ne olmuştu? Sözlerin dünyasında öylesine kaybolmuşuz ki, ne güzel sözlerin ardındaki çirkin yüzleri, ne de yalanların hangi makyajlı dillerden döküldüğünü göremiyoruz. Sözler, eylemleri çoktan bir boy geride bırakmış. Sözlerin işgal edemediği güzellikleri matlaştırıp, renklerini çalıp heykelleştirmişiz.
Mimiklerle anlatabildiklerimiz, bir Coelho romanından Karadeniz fıkrasına dönmüştü. Bakmadığımız, göremediğimiz bir kutuya hapsetmiştik kendimizi. Gözlerimize ya ses ayar düğmeleri koymuştuk, ya da kayan yazı levhaları. Sözlerden -çoğunlukla da yalanlardan- örülmüş surlarla çevrili körlük kalemizde, duvarlara dokundukça daha da artıyordu yükseklikleri. Sonunda güneşe kadar uzanacak ve tam onun sınırında üzerimizi kapayacak. Bundan sonra körlüğümüze atfedilen övgülerle biz içerisindeyken örülen kuyuda mutlu olacağız.
Vapurum, hüzünlü bir yanaşma ıslığı çaldığında, ufak dostumun annesi bizi izlediği yerden kalkıp, yanımıza geldi. Ufaklığın elini tutarken "Umarım rahatsızlık vermemiştir", dedi. Hiçbir şey söylemedim, söylemem gerekmediğini biliyordum. Bana bakması yeterliydi. Bakışları yüzüme temas ettiği anda, memnuniyetimi ve sevincimi fark etmişti. O da başka bir şey söylemedi, sadece gülümseyerek karşılık verdi. Dostuma döndüm, yayvan sırıtışı suratına yayılmış,gözlerinde yine yakamozların ışıltısı, tatlı nazarıyla veda ediyordu bana. Onu yeniden görmek isterdim, deniz gibi tertemiz ve saf bakışlarında yüzmek isterdim. O anın mükemmelliğini bozmamak adına bir şey söylemedim. Sessizliğimizi koruduk, sadece birbirimize gülüşerek baktık vapurumuzdan inene kadar. En sonunda da hızlı hızlı ve coşkulu bir biçimde el salladı. Bende onu taklit etmeye çalışarak karşılık verdim. Kalabalığın içinde kaybolmadan önce annesinin eline sıkı sıkı yapıştığını gördüm.
Yol boyunca, vapurda yaşadıklarım ve bunlara ait düşünceler eşlik ettiler bana. Eve gelip de, benim için en değerli insanın yanına varınca, sadece ona baktım. Bana bir şeyler söylemeye çalıştı ama izin vermedim ve öptüm onu. Ben kahkahalar atarken, "Neyin var senin", diye sordu şaşkınca. Bildiğimiz şekilde cevap vermedim,sadece yeniden öptüm. Mecburiyet üzerine, "Benimle gel", dedim. iskeleye varana dek, hiç konuşmadan koşar adım gitmiştik. Nasıl oldu bilmiyorum, ama o da oyunun kuralını anlamıştı. Şimdi eylemlerin sözlerden ne kadar da, daha fazla işlevli olduğunu anlıyordum. Vapura bindik, hareket etmeye henüz başlamıştı ki, bir simitçinin bize doğru gelmekte olduğunu gördüm. Tüm simitlerini almak istediğimi duyunca, önce şaşkınlıktan, sonra sevinçten bin bir şekle girdi.
Bütün günü sevdiğim insanla iki torba dolusu simidi martılara atarak ve 2 sessiz film izleyerek geçirdim. Sinemaya gitmeden önce bir paket pamuk aldım. Dört ufak parça koparıp, ikisini kendi kulaklarıma tıktım. Diğer ikisini ise ona verdiğimde, o tatlı gülümsemesiyle bir şeyler söyledi. Herhalde deli filan dedi, duyamamıştım. Filmler bittiğinde yorgun argın eve geldik.O saçlarını tararken, ben çoktan yatağı ısıtmaya başlamıştım. işini bitirip usulca yanıma sokulduğunda, neredeyse uyumak üzereydim. Gözlerim tatlıya uykuya yeni düşecekti ki, sıcacık ve minnet dolu bir öpücüğü yanağıma kondurdu ve günün son sözcüklerini sarf etti kendince yüksek bir sesle, "Bir tanem ,artık pamuklarını çıkar istersen".