18 yaşındaki genç bir kızla, 21 yaşındaki genç bir kız; 2 erkek arkadaşıyla birlikte Antalya'da bir arabanın içinden deniz kıyısındaki bir falezin tepesinde, güneşin doğuşunu izlerlerken olanlar olmuş.
Araba çamurda kaymış, gençler falezden aşağıya uçmuşlar, 2 genç kız da ölmüş.
* * *
Akif Arıcı ile Soner Kocaer'in verdiği bu haberi dünkü Milliyet'te okurken, ne düşündüm biliyor musunuz?
Yok hayır, hemen akla gelen şeyleri düşünmedim.
Gençlerin uçurumdan aşağı uçmadan önce; Pakistan'ın hem Devlet, hem de Genelkurmay Başkanı olan Pervez Müşerref'in geleceğini, kesinlikle tartışmakta olmadıklarını düşündüm.
* * *
TV ekranları da, basın da bir ölçüde; "politika"daki hava tahminleriyle ilgili birer meteoroloji istasyonu.
Ne var ki o istasyonlar, artık kepenklerini tümden kapatmaya doğru kayan eski zaman bakkallarından bir komşumuzun, 5 aylık bir geleceğine bile yeterli bir tahmin getiremiyorlar.
iyice batacak mı, batmayacak mı; batarsa ne yapacak, nereye gidecek; kendi hayatının küçük göletinde karşı kıyıya çıkabilecek mi, çıkamayacak mı?
Hiçbir şey bilinmiyor.
* * *
Ekranlardan yansıyan bir açık oturumda, bir hayli bayatladığı halde, bir türlü tekrarlamaktan vazgeçmediğimiz o mahut hamasi övünme çalındı yine kulağıma:
- Biz Viyana kapılarına kadar gitmiş bir ülkeyiz.
* * *
Acaba Viyana kapılarına kadar gittiğimiz 1529 ile 1683 yıllarında, Iğdır'ın köylerindeki durum nasıldı; nerelerde oturuyor, nasıl geçiniyor, karda kışta kıyamette nasıl yaşıyorlardı?
Ve onlara nasıl bir yarar sağlıyordu Viyana kapılarına kadar gitmek?
* * *
Antalya'da güneş doğarken bir arabanın içinde, falezden aşağı düşerek ölüveren genç kızlar da; tıpkı kuşak kuşak Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri" gibi, Viyana kapılarına kadar gidildiği yıllarda, Iğdır'ın köylerinde nasıl yaşanmakta olduğunu hiç merak etmemişlerdi.
Neden hiç merak etmemişlerdi ki acaba?
Sadece "mevki sahipleri"nin zaferleriyle başarıları mı önemliydi; kendi küçük hayat göletlerinde yüzmeye çalışan insanların hiçbir değeri yok muydu?
* * *
10 gün kadar önce TÜYAP'taki kitap fuarına giderken, yan tarafta içindeki yeşil örtülü tabutla geçmekte olan, yeşil bir cenaze arabası ilişti gözüme. Cenazenin bir kadına ait olduğunu gösteren, başörtümsü bir tül vardı tabutun baş tarafında.
Cenaze arabası tek başına gittiğine göre, besbelli ki içindeki bir yoksul cenazesiydi.
* * *
Şayet o yoksul kadının cenazesi; Afrika'daki bir doğumevinde birbirine karıştırılan bebekler gibi, resmi törenlerle kaldırılan cenazelerden biriyle değiştirilivermiş olsaydı...
Nutuklar, demeçler, sloganlar; yine aynı nutuklar, demeçler, sloganlar olacaktı.
* * *
Son uykularına dalanlar; nutukları, demeçleri, sloganları duyamadıklarına göre, kimler içindi o söylenenler?
Ve bütün bu garip filmler, "politika"daki hava tahminlerine de malzeme sağlayarak, medyanın meteoroloji istasyonlarında güncel raporlara dönüşüyordu.
* * *
Arjantin'de kamyon şoförleriyle polis sokaklarda çatışıp duruyordu; Gürcistan'da muhalefet, sokak gösterilerini yoğunlaştırmıştı; Belçika'da da Vallonlarla, Flamanların arası açıldıkça açılıyordu...
Kuzum Tanrı aşkına, neler oluyordu bu dünyada?
* * *
Bu sorunun yanıtını, en esprili ve tutarlı bir biçimde verecek olan politikacılardan biri de; kendisini işçi Partisi lideriyken israil'de tanıdığım ve sadeliğiyle berraklığını çok çekici bulduğum israil Devlet Başkanı Şimon Peres'di.
Peres, Polonyalı bir Yahudi iken; israil devletinin doğumuna ebelik etmiş olanlardandı.
Peres'in biyografisinin en çarpıcı yönlerinden biri de; militarist bir eğitimden hiç geçmediği halde, israil ordusuna hem asansörlük, hem de -kendi afur tafursuz sadeliği içinde-, liderlik etmiş olmasıydı.
* * *
Antalya'da 2 genç kız, uçurumdan yuvarlanıp öldü.
Edirnekapı'ya doğru giderken rastladığım yoksul cenazesi, kim bilir nerede kaç kişiyle verildiği toprağa?
Viyana seferleri sırasında Iğdır köylerinde yaşayanların, yeryüzünde ortalama kaç yıl kaldıklarını da; ne kimse merak etti, ne de kimse merak edecek?
5 bin yıl önceki büyükannelerimizin de kim olduğunu, hiçbir zaman merak etmeyeceğimiz gibi.
* * *
Dünkü Sabah'ta Salih Memecan'ın karikatürü; "politik" hava tahminlerinin medyadaki meteorolojik raporlarını da, özetliyor gibiydi.
ilk karede; 2 eli arkasında ne taşıdığı görünmeyen bir kadın, kocasına bağırıyordu:
- Çok şımartıyorsun, çoook.
* * *
ikinci karede; önde kadın, arkada koca, gerdikleri bir yatak çarşafının ortasına kız çocuklarını oturtmuşlar koşturuyorlardı ve koca, karısına yanıt veriyordu:
- Konuşma da koş. Biricik kızım, uçan halıya binmek istemiş. Onu mu kıracağım.
* * *
Kendilerini uçan bir halının ortasında uçtuklarını sananlar da var ülkemizde; uçan halı sanılan bir yatak çarşafını, iki ucundan tutmuş koşturanlar da...