annesini çok erken kaybetmiş olan, annesinden uzakta olan, annesini hiç görmemiş insanların günüdür...
bugün bir yerde çok güzel bir şey okudum sizinle paylaşayım dedim..
--spoiler--
Cellatların kolları arasında giyotine, ölüme götürülen annem döndü, bana baktı. Son anlarında, son bir söz söylemek için değildi bu bakış. Uzun uzun süzdü beni. Ölümünden önce ağzından dökülen son kelimeleri şu sözlerdi:
Oğlum, hırkanı giymemişsin… Üşüteceksin!
Sanmayın ki yaşamaktan çok hatıralarımla kavgalıyım. Çingenelerin her köşeye tezgâh açtığı bir anneler gününden artakalmış kederimin cilveleşmesi bu satırlar. Para için yatağa girmiş beden tacirlerinin, koynunda sinek olsa ona bile koca sıfatını yakıştıranların gösterdiği bir cilve bu. Birkaç dakika sonra kimsenin kimseyi tanımayacağı, ama nikotinden sararmış dişlerden dökülen pörsümüş sırnaşmalara benziyor cilveleşmem…
Babamı, birini ölüme uğurlayışı oyuncağını kaybetmek sanan bir yaşta kaybettim ben. Yani kimseye, küçük bir sandalın omuzlarına muazzam yükler yüklemeyi anımsatan nasihat imkânı veremediğim bir yaşta. Çünkü ölüm, küçük cüssemin içinde ancak uzak kentlere arada bir gelmek üzere yola çıkanların serüvenini çağrıştırıyordu. Gidecek ve bir zaman sonra kocaman özlemlerle geri dönecekti. Elinde türlü oyuncaklar… Bilmem, belki de babamın bir oyuncakçı dükkanına dönüşeceğini düşünerek çok da sendelemedim. Ama bu serüvenin gerçek olmadığını, yıllar içinde kafama vurulan yokluk balyozuyla hayat bana hep anlattı. Başıma vurulan bu her darbe, artık geride yetimini korumaktan başka vazifelerini ve umutlarını bağrına gömen annemin dizinin dibinden ayrılmamama neden oluyordu. Bayatlamış ekmek kokusuna hasret duyar gibi onu kaybetmekten çok korkar olmuştum. Öyle korkularım oluşmaya başlamıştı ki, başı ağrısa öleceğini sandığım anneme ecza dolabında ne kadar ilaç varsa, annem kaşlarını azarıyla birlikte çatsa da ona bu ilaçları içmeyi ikna etmeye çalışacak kadar. Yeter ki ecza dolabında bir ecza göreyim. Aspirin, penisilin, öksürük şurubu, antibiyotik…
Büyümek çoğu zaman ayrılmayı ifade ediyordu bulunduğumuz yerde. Hayat temaşasının size verdiği vazifeleri yerine getirmek için ya saniyede araba tamircisi, marangoz kalfası, terzi yamağı olacaktınız, ya da bir fakülteye büyük adam edasıyla adımınızı atacaktınız. içimde aşk çocuklarının hüznü vardı, gidiyordum. Uzaklara gidiyordum. Uzak ve bilinmedik yerlere. Peşine düşeceğim zenginliği bulmak, hatırı sayılır bir insana dönüşmek, camekânda sergilenmek için. Ergenliğimle beraber annemin yıllarca boynuma özenle yerleştirdiği kravatları artık kendi ellerimle bağlayacak yahut bu zanaatı bir hayat arkadaşına teslim edecektim. Teslim etmek sorun değildi de annemden ayrılırken kazanacaklarımdan çok kaybettiklerim yüzüme çarpılınca, bana miras kalan onu her hatırladığımda bundan böyle uyuşacak kollarım olacaktı. Henüz kapımı dönme vakti çalmadan haysiyetli yaralarıyla ve sancılarıyla dimdik ayakta duran annemin hasta olduğu haberi gelmişti. Hastaneye kaldırılmış.
Zelzele sonrasında yerle bir olmuş korunağın molozları altında bizden olanı buluruz diye kimseye söylemeye cesaret edemeden içinde yaşattığımız beklentiyi bulma karmaşası kaplamıştı tüm benliğimi. Bir kunduz gibi toprağı eşelercesine hastane koridorlarında koşuyordum. Hangi oda numarasının hangi rakamla yazıldığını fark edemeyecek bir şaşkınlık, dünyayı ben ve başkaları diye ikiye ayıran bir bencillikle. Nefes nefese kalmamı bile gizleyerek koştum yatağında bir çocuk masumiyetiyle uzanmış yatan annemin kollarına. Ne güzel kucağı olur annelerin. Cehennem ateşi kadar büyük, cennetin nuru kadar parlak. Odada bulunan refakatçilere “ benim oğlum” derken duyduğu gururu anlatamam. Hangimiz layığız ki bu koca merhamete?
Kaç saat onu dinlemeden oturduğumu bilmiyorum. Annemi dinleyemiyordum çünkü, başı ağrısa ecza dolabını bile yutmasına çalıştığım annem kendi anlamasa da, ya da biz üzülmeyelim diye hislerini belirtmese de amansız bir çaresizliğin içinde gibiydi. Sebebi bilinmeyen uzun uzun öksürükleri, hızla verdiği kiloları, içine çökmüş yanağı ele veriyordu bu yaman hali. Okuduğum tüm kitaplar, dinlediğim tüm ölümcül hastalıklar hastalığın ne olduğunu az çok tahmin etmeme iltimas etse de doktoru ilk gördüğümde çaresizce “ince hastalık” mı? Demekten alıkoyamıyordum kendimi. insan nasıl da yakıştıramıyor kanseri annesine. Doktor da yakıştıramamış olacak ki tam tekmil başka bir hastaneye yolluyordu bizi ertesi sabah… Bir de onlar baksın.
Ertesi gün, hiç uyumadığım gecenin sabahında sanki hiçbir şey yokmuş gibi annemi alıp tam donanımlı hastaneye götürmek için yola koyulduk. Yol boyunca yapmadığım şaklabanlık kalmamıştı. Epeydir duymadığım azarını uzun süre bana sabrettikten sonra yapsa da artık bunun son azarlamaları olacağını hissediyordum. Gün olur ki arsızlığın için de umutsuzluk da yer bulur. Azarlarını özleyeceğim annem hastaneye de gidiyordu, annem elden de gidiyordu. Avuçlarımdan damlayan tedirgin terler akıtamadığım göz yaşlarımdı. Demek avuç içleri de ağlarmış. Annem ise büyük bir tevekkülle arabanın içinde öylece oturuyordu. Çaresiz kalınca mı büyür tevekkül yoksa? Yoksa nedir bu annemdeki sükûnet?
Hastane kocaman, yaralarım kocaman, fütur kocaman. Bizi bekleyen doktoru bir müddet bekledikten sonra odasında bulmaca çözerken bulduk. işte o zaman hayatın bulmaca çözmekle, ölümü beklemek arasındaki çığlıkların ortasında olduğunu biraz daha anladım. Kalbim sıkışıyor, yüzüm gülüyor, az sonra dile getirilerek resmiyete kavuşacak hastalığın adını öğrenmeye yaklaşıyorduk. Bulmacayı ve kahvede bulmaca çözenlerin kaleminden daha pahalı olan kalemini kenara bırakan hekim bey yüzümüze, röntgen filmine, anneme, bana, boşluğa sırayla bakıyordu. Doktorun hastam dediği, benim annem olanın dışarı çıkması gerektiğini söylüyordu. Sonra da üç beş günlük ömrü kaldığını söylediği annemin hastalığını. Akciğer CA.
Tam on dört gün sürdü bu inançsızlık, inanç, kalabalık, bekleyiş. On dört gün boyunca her an ölümün beklediğim annemi her gün biraz daha yitirmek, yitirmek, yitirmek, yitirmek, yitirmek, yitirmek, yitirmek, yitirmek. Koridora çıkınca her defasında hıçkırıklara boğulmakla odasına girince aptal aptal gülümseyerek geçti bu on dört gün. On dört gün, on dört zaman, sene, yıl, ay, saniye, dakika, hafta.
Babamın ölümünü siyah beyaz hatırlıyorum. Annemin ölümü ise tören eşliğinde oldu. Kollarımın yarısını bu on dört gün içinde yitirdim. Kalanıysa zaten kötürüm.
Çingenelerin her köşeye tezgah kurduğu bir anneler gününden artakalmış kaderimle yazmıyorum aslında. Zaten bu keder böğrümde halayını eksik etmiyor.
Kutlamayın artık şu anneler gününü. Annesizler her sene bir gün daha az yaşıyor.
--spoiler--