"Hicrân-ı muhîtât ile solmuş, sarı, çıplak,
Râkid, ölü bir havza düşen bir kuru yaprak
Sessizce nasıl izler açar sîne-i mâda,
Ey tûde-i nûr-ı elem, ey çehre-i sâde!
Bir göl gibi durgun uyuyan rûhuma nûrun
Aktıkça, o sâkin suda her lem'a-i dûrun
Bir çîn-i felâket gibi ra'şeyle genişler...
Ey eski kamer, ey ezelî rûh-ı münevver,
Sen şimdi bu tüllerle muhîtâtı sararken,
Nûrunda tesellî, bütün âlâma koşarken,
Yalnız bu derin gölde senin açtığın izler,
Bir gizli gamın şehka-i seyyâlini gizler.
Bir göl ki semâsında ne âhenk, ne sâye
Vermez o büyük uzlete bir hadd ü nihâye.
Gençlik ve emel, hüzn-i civârında dikendir,
Üstünde esen nefhada bir girye nihendir.
Tülden ve buluttan ve bütün sîm ü semenden
Bir hâb-ı serâbî dökülürken yere senden,
Sen her suda bir başka güzellikle doğarsın,
Sen her suda bir başka ziyâ, başka kamersin.
Ormanların âgûş-ı sükûtundan akan âb,
Senden alır âhengine bir girye-i bîtâb.
Göller ki öper hüsnünü yalnız leb-i sâye,
Feyzinle dalar hâb-ı şeb-âvîz-i semâya.
Sevdâlara bir cennet olan sâyeli göller
Altında senin, hüsn-i esâtîr ile titrer...
Rûhumda, fakat, her dökülen katre-i nûrun,
Yalnız bir ölüm, bir ebedî mâtem-i dûrun
Nîlüfer-i giryânını, ey mâh-ı münevver,
Ezhâr-ı leyâlî gibi rûyâ ile besler."