hafta sonları bazen şaşkınbakkalda ağrılı bir simitçi dost var, göztepeden yürür gideriz; iki simit alır döneriz. yürüyüşte olur bu vesileyle.
yol boyu sıra sıra ismini zor telaffuz ettiğim; ama cafe olduğunu anladığım mekanlar var.
ikili üçlü bir masa etrafında oturmuşlar; oturmuşlar da hepsinin elinde "akıllı" telefonlar, parmaklar kıpır kıpır; bazılarının eli kulağında o kocaman eşya...
takılırım ara sıra, hey konuşsanıza.
kimi bazısı aniden döner şaşkın bakış; sonra döner masaya bakar, haklısınız der gibi bir tebessüm.
sonra bir gün düşündüm; ya dedim kendime sen hiç "cafe"ye gittin mi; şaşırdım bu kendime soruya; nasıl yani dedim? ama haklıydı ses; ben hiç "cafe"ye gitmemiş; oturup o bir tuhaf şeylerden içmemiştim. hay allah dedim; niye acaba? öyle amerikancı, italyanmış gibi takıntım da yok ama, gitmemiştim işte; niye gitmedin dedim kendime; hala düşünüyor arif bey; niye?
sonra hatırladım birden olur mu ya dedim; yıllar önce bir defa; bir "gün" The Marmarada oturmuştum, ha ha çok aristokratsın dedi bana kendim, biraz alaycı. utandım. ya ama dedim kırk yılın başı bir kere.
ama cafeye gitmemiştim; hala niyelerdeydim. bir arkadaş vardı küsmeseydi bana; çalıştığı bir cafeye ziyaretine gidecektim; hem görecek, hem de "niye"lerden kurtulacaktım. olmadı. nasip değilmiş dedim kendime.
hadi.