kadınların toplumdaki yeri, feminizm gibi birçok yönü de olsa taşıdığı tüm rollerden sıyırıp sadece hissettirdikleriyle ifade etmek istedim bu romanı.
--spoiler--
bir çocuk, kimsesiz. diğerlerine benzemediği için, kolayca boyun eğmediği, kendine has bir karakteri olduğu için ezilmiş. sevginin ne olduğunu bilmeyerek büyümüş. acımasızca kapatıldığı kırmızı oda, yapılan iyiliği sürekli yüzüne vuran insanlarla bir evde on yaşına kadar barınabilmiş.
kötü huylu, yalancı bir çocuk olduğu iddia edilirken, yani ondan hiç güzel bir gelecek, ince davranışlar, kibarlık göstermesi beklenmezken hayatını eline almış. hiçbir şey bilmeyerek girdiği kimsesizler yurdundan öğretmen olarak çıkmayı başarabilmiş. bunu başarmasında iki kişi rol oynamış. veremden ölen arkadaşı ve okulun müdüresi. ikisinin ortak noktası sevgi. sevilmek bir insanın tabiatını nasıl değiştirir onu göstermiş bize.
sevdiği insanlar ondan koptuğunda kendini bağlayan bir şey bulamadığında yeni bir maceraya yelken açmış. o güne dek ne bir erkekle tanışmış, arkadaşlık etmiş ne de bir yakınlık kurmuş. bu sebepten mi ilk gördüğü erkek olan efendisine böyle bir aşkla bağlandı bilinmez ama bilinen bir şey varsa bu romanda geçen aşkın bizlere hissettirdiği gerçeklik duygusudur.
aşk sadece güzel insanlara layık görülen bir beceri zannederken belki de çevrelerinde beğenilmeyen iki insanın birbirine nasıl tutkuyla bağlandığını görmemiz bu aşka inancı artırıyor okurken. aşkın saf bir duygu olduğunu, ete kemiğe bürünmeden de yaşanabileceğini gördükçe kendimizden bir şeyler bulmuşuz.
çatıdaki deli kadın, jane'in kendini diğer metreslerin yerine koyuşu, ilkeleri uğruna aşkını kalbine gömüp kaçışı ve diğer pek çok şey bu kitabın tamamen bir aşk kitabı olmadığını göstermiyor mu? sadece aptal romantizmle dolu olmadığını.
bir insanı sevmek için onun kalbinin, şefkatinin, ağır başlılığının, bağlılığının da önemli olduğunu bilirken okumak da güzel oluyor. özellikle sonunda iki aşık kavuşurken ne aradaki yaş farkı ne adamın körlüğü, çolaklığı bir önem arz ediyor. jane tam anlamıyla rochaster'ı tamamlıyor. gözleri oluyor, eli oluyor. hayatı, kalbi, ışığı, eşi, her şeyi oluyor.
ama zayıf yönleri de var tabi. başladığında olay örgüsü güzel ilerlerken sonuna doğru olaylar türk filmi kıvamına gelmekte. yüce bir yaratıcının çizdiği rolü yaşadıkları gözümüze sokulmakta adeta.
ölmek üzereyken evlerine alan kişilerin hiç tanımadığı kuzenleri çıkması. üstelik koca ingiltere'de. daha sonrasında kalan miras ve ailenin bir anda kolay bir şekilde paraya kavuşturulması, en son olarak da rochester ve jane'in millerce uzaktan seslerini duymalarına sebep olan o ilahi olay.
tüm bunlar hikayenin zayıf yönleri bana kalırsa fakat roman gerçekten kısaltılmış tabir edilen kopyalarından değil de orijinal metinden okunmalı.
bu arada kitapta en hoşlanmadığım karakter de jane'in kuzeni olan papazdı sanırım.
--spoiler--