1. Delil: Nasıl ki bir kitap kâtipsiz olamaz ve kitabın kâtipsiz olması muhaldir. Hele öyle bir kitap ki, bir kelimesinde bir kitap yazılmış, bir harfi içinde bir kaside yazılmış; elbette böyle bir kitabın kâtipsiz olması mümkün değildir.
Aynen öyle de şu kâinat kitabı dahi kâtipsiz olamaz ve kâtipsiz olması muhaldir. Hem bu kâinat öyle bir kitaptır ki, her sahifesi çok kitapları tazammun eder, her kelimesi içinde bir kitap vardır ve her harfinde bir kaside yazılmıştır.
· Kâinat bir kitap olduğunda, dünya bu kitabın bir babı olur.
· Bahar mevsimi ise bu babın bir sayfasıdır. Bu sayfada binlerce kitap yazılmıştır. (Her bir tür bir kitap sayılır.)
· Her bir tür, mesela bir elma ağacı türü bu kitabın bir cümlesidir. Bu cümlede binlerce sayfa yazılmıştır.
· Bir türün tek bir ferdi, mesela bir tek elma ağacı bu kitabın bir kelimesidir. Bu kelimede yüzlerce satır yazılmıştır.
· O ferdin bir uzvu, mesela ağaçtaki bir elma bu kitabın bir harfidir. Bu harfte onlarca kelime yazılmıştır.
· Meyvenin çekirdeği ise bu kitabın noktasıdır. Bu öyle bir noktadır ki, koca kitabın bütün manası bu noktada kaydedilmiştir.
işte kâinat böyle muhteşem bir kitaptır. Böyle bir kitabın kâtipsiz olması elbette mümkün değildir.
2. Delil: Nasıl ki bir hane ustasız olamaz. Bahusus öyle bir hane ki, harika sanatlarla, acayip nakışlarla, garip ziynetlerle tezyin edilmiş, hatta her bir taşında saray kadar sanat var ve o saray içinde her vakit hakiki menziller teşkil ediliyor, sonra yıkılıp yenisiyle değiştiriliyor; elbette bu sarayın ustasız olması mümkün değildir.
Aynen bunun gibi, şu kâinat sarayının da ustasız olması mümkün değildir. Bu kâinat öyle bir saraydır ki:
· Ay ve Güneş lambaları,
· Yıldızlar mumları,
· Zaman bir ip ve bir şerittir ki, o Sâni-i Zülcelâl her sene bir başka âlemi ona takıp gösterir.
· Yeryüzü bu sarayın bir sofrasıdır ki, bahar mevsiminde üç yüz bin envâ-ı masnuatla tezyin edilir, had ve hesaba gelmez envâ-ı ihsanatla doldurulur.
işte kâinat böyle muhteşem bir saraydır ve böyle bir sarayın ustasız olması elbette mümkün değildir.
3. Delil: Bu delilde ismin müsemmasız, sıfatın ise mevsufsuz olamayacağı hakikati anlatılmıştır. Bu delili şöyle izah edebiliriz:
Güneşin, yedi rengi ile evimizin camını aydınlattığını ve ısıttığını düşünüyoruz. Şimdi, eğer camımızı aydınlatan Güneşi inkâr edersek, acaba neyi kabul etmek zorunda kalırız?
Bir Güneşin, vücudu ve hakikati ile birlikte camın içinde bulunduğunu kabul etmek zorunda kalırız...
Zira ortada bir ışık ve sıcaklık vardır. O hâlde bu ışığa ve sıcaklığa sahip olacak bir Güneş gerekmektedir. Eğer Güneş yok farz edilir ve camda görünen ışığın ve hararetin kaynağı olarak Güneş kabul edilmezse; o zaman bu ışık ve hararetin camın kendi malı olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Çünkü ortada bir ışık ve sıcaklık vardır. Bunların muhakkak bir sahibi ve maliki olmalıdır.
Ayrıca, böyle bir ışık ve hararet ancak Güneş büyüklüğündeki bir kaynaktan sudur edebilir. O hâlde gökteki Güneşi inkâr ettiğimizde, camın içinde hakiki bir Güneşin varlığını kabul etmek ve "Bu ışık ve hararetin sahibi camın kendisidir." demek zorunda kalırız.
Güneşin hadsiz eşyayı ışığı ile aydınlattığı ve harareti ile ısıttığı düşünüldüğünde, gökteki bir tek Güneşi inkâr etmenin neticesi, hadsiz eşyanın içinde hakiki Güneşlerin varlığını kabul etmek ile neticelenir. Demek, gökteki tek bir Güneşi kabul edemeyen, Güneşin ışık ve hararetini kendinde gösteren eşyalar adedince Güneşleri kabul etmek zorunda kalır. Zira ifade ettiğimiz gibi, ortada bir ışık ve hararet vardır, bu da ancak bir Güneşten sudur edebilir.
Aynen bu misal gibi, Şems-i ezel ve ebed olan Allah-u Teâlâ da esma-ül hüsnası ile şu âlemi ve âlemdeki her bir eşyayı aydınlatmıştır. Misalimizdeki ışığın ve hararetin kaynaksız olamayacağı gibi, şu âlemde gözüken isimler ve sıfatlar da sahipsiz olamaz. Zira isim müsemmasız, sıfat ise mevsufsuz olamaz. Yani ortada bir isim varsa, muhakkak o isim ile isimlenmiş bir zat olacaktır. Ve yine ortada bir sıfat varsa, muhakkak o sıfatın bir sahibi olmalıdır.
Mesela, kalem ile bir kâğıda bir harf çizdiğimizi düşünelim. Bu fiilde ve sayfadaki 'A' harfinde şunlar gözükür:
1- Sayfadaki A harfinin varlığı yokluğuna tercih edilmiştir. Zira biraz önce o sayfada A harfi yokken, şimdi bir A' harfi vardır. Bir şeyin yokluktan varlığa çıkabilmesi, yani varlığının yokluğuna tercih edilebilmesi için ise kâtibinin ve failinin irade sahibi olması gerekir. irade sahibi olmalıdır ki, varlığını yokluğuna tercih edebilsin. iradesi ve ihtiyarı olmayan bir failin, sayfadaki A harfine kâtip olması ve kâtiplik iddiasında bulunması mümkün değildir. O hâlde A harfinin yoktan icadı, irade sahibi bir kâtibi gerektirir.
2- Sayfadaki A harfi, alelade bir çizgi değildir. Manası olan sanatlı bir çizgidir. O hâlde sanatkârı ve kâtibi olan zatın ilim sıfatının olması, yani "Âlim" olması gerekir. ilmi olmayanın ve okuma yazma bilmeyenin, mana ifade eden bu A harfini yazması mümkün değildir. O hâlde A harfinin yoktan icadı, ilim sahibi bir kâtibi gerektirir.
3- Ayrıca bu kâtibin kudret sahibi olması da gerekir. iradesi ve ilmi olsa; ama kudreti ve kuvveti olmasa, mesela felçli olsa ve elini hareket ettiremese, yine bu A harfini yazamazdı. işte A harfi, mevcudiyeti ile kâtibinin kudret sahibi bir "Kadir" olduğuna da işaret eder.
4- Yine kâtibinin hayat sahibi olması gerekir. Zira hayatı olmayanın; ilmi, iradesi ve kudreti olamaz. Hayat sahibi olmayan bir taşın yanına bir kalem ve kâğıt koysak ve bir milyon sene onları baş başa bıraksak, sayfada bir A harfini göremezsiniz. Demek "A" harfi, varlığı ile kâtibinin "Hayy" (hayat sahibi) olduğuna işaret eder.
Bu misalleri ve A harfinin kâtibine yaptığı delaletleri çoğaltabilirsiniz.
Şimdi A harfine bir kâtip arayacağız. Eğer biz kâtip olarak, onu çizen insanı inkâr eder ve "Bu A harfini bu kalem yaptı." dersek, o zaman kâtipte bulunması gereken irade, ilim, kudret ve hayat gibi sıfatları kaleme vermek ve "Bu kalem âlimdir, irade sahibidir, kudret sahibidir, hayatı vardır..." gibi bir hezeyanı kabul etmek zorunda kalırız. Çünkü ortada gözüken isim ve sıfatlar vardır. isim müsemmasız, sıfat ise mevsufsuz olamaz. işte bu yüzden, harfin kâtibi olarak kim kabul edilirse, kâtipte olması gereken ilim, irade, kudret ve hayat gibi sıfatların da o zatta varlığını kabul etmemiz gerekecektir.
Aynen bunun gibi, kâinat da bir harf ve bir kitaptır. Kâtibi olarak Allah-u Teâlâ kabul edilmezse, bu kitapta gözüken bütün isim ve sıfatları atomlara, sebeplere, tesadüfe, tabiata vermek âdeta onları uluhiyet makamına çıkarmak demektir. Bir Allahı aklına sığıştıramadığı için kabul etmeyen adam, zerreler ve atomlar adedince ilahları kabul etmek zorunda kalacaktır.
Dilerseniz bu meseleyi bir misal ile izah ederek anlamaya çalışalım:
Her vakit gözümüz önünde bulutlardan yağan yağmurları temaşa ederiz. Acaba hiç düşündük mü, yağmurun oluşabilmesi için failinde hangi sıfatların bulunması gerekmektedir?
Şimdi bu hadisede gözüken isim ve sıfatlara bakalım:
1- Yağmurun varlığı yokluğuna tercih edilmiştir. Yani yağmur damlaları bir vakit önce yoktu, şimdi ise var. Bir şeyin varlığını yokluğuna tercih edebilmek ancak irade sıfatına sahip olabilmek ile mümkündür. O hâlde yağmuru yapan zatın iradesi olmalıdır. iradesi olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz.
2- Yağmurun yapısında iki hidrojen ve bir oksijen vardır. iki hidrojen ve bir oksijeni bir araya getirerek yağmur tanelerini oluşturmak ise ancak nihayetsiz bir ilmin sahibi olmak ile mümkündür. O hâlde yağmuru yapan zatın ilmi de olmalıdır. ilmi olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz.
3- Yağmuru yapabilmek için ayrıca nihayetsiz bir kudrete sahip olmak lazımdır. Zira yakıcı ve yanıcı iki maddeyi birleştirip yangın yerine su icat etmek ancak sonsuz bir kudret ile olabilir. O hâlde yağmuru yapan zatın kudreti de olmalıdır. Kudreti ve kuvveti olmayanın tek bir damlaya sahip olması mümkün değildir.
4- Yağmur tanelerini birbirine çarptırmadan yağdırabilmek ve yağmura saymakla bitmeyecek kadar çok menfaatler takabilmek için hikmet sahibi olmak gerekir. Hikmeti olmayanın tek bir damlayı icat edebilmesi ve yağmura bunca faydaları takabilmesi mümkün değildir. O hâlde yağmuru yapan zatın hikmeti de olmalıdır. Hikmeti olmayanın tek bir damlayı icat etmesi mümkün değildir.
5- Yağmur yaratılırken tek başına ele alınmamış, bütün eşya ile alakaları gözetilmiştir. Mesela, o yağmuru insan ve hayvanlar içer, toprak onunla canlanır ve bitkiler ve ağaçlar onunla hayat bulur. Yani yağmur yaratılırken, tek başına planlanmamış ve bütün eşya ile alakaları düşünülerek onlara fayda sağlayacak bir şekilde yaratılmıştır. Yani yağmuru yaratan zat, hem insanı, hem hayvanatı ve hem de bitkileri bilmelidir ki, onların vücutlarına faydalı bir şekilde yağmuru yaratabilsin. Bu ise bütün eşyayı ihata ile olur. Bütün eşyayı aynı anda ihata edemeyen ve onları göremeyen, yağmuru onlara faydalı kılamaz. O hâlde yağmuru yapan zatın ihatası ve görmesi de olmalıdır. Muhit (ihata edici) ve Basîr (gören) olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz.
6- Yağmuru yeryüzü ahalisine göndermek, sonsuz bir rahmetin eseridir. Yeryüzü ahalisine acımayanın ve rahmeti olmayanın yağmuru yaratması mümkün değildir. O hâlde yağmuru yapan zatın rahmeti olmalıdır. Rahmeti olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz.
7- Saydığımız sıfatlara sahip olabilmek için ise ilk önce hayat sahibi olunması gerekir. Zira hayatı olmayanın ne iradesi, ne ilmi, ne kudreti ve ne de diğer sıfatları olamaz.
Yağmurda gözüken daha onlarca isim ve sıfat vardır. "Arife tarif yeter." sırrınca meseleyi daha uzatmayarak kısa kesiyoruz.
Şimdi bizler, yağmuru yaratabilecek bir fail arayacağız:
Gördük ki, yağmuru yaratan zatın iradesi, ilmi, kudreti, hikmeti, rahmeti, ihatası, görmesi, hayatı gibi daha birçok isim ve sıfatlarının bulunması gerekir. Bu sıfatlara sahip olamayanın, tek bir damlaya sahip olması mümkün değildir. Zira ortada hikmetle yaratılmış yağmur taneleri ve onda gözüken isim ve sıfatlar vardır.
Acaba bu isimler ve sıfatlar kimindir? Biz "Allahındır." diyor ve yağmuru yaratma fiilinin, Allahın bir fiili olduğunu ve Allahtan başka kimsenin bu hikmetli fiile fail olamayacağını kabul ediyoruz.
Eğer biri çıkar ve tersini söyleyerek Allahı inkâr ederse, o hâlde "yağmuru yaratmak" fiiline bir fail göstermelidir. Zira ortada bir fiil vardır ve fiiller failsiz olamaz. Ve gösterdiği failde, mezkûr isim ve sıfatların varlığını da kabul etmek zorundadır. Zira bu isim ve sıfatlara sahip olamayanın, yağmuru yağdırma fiilini gerçekleştirmesi ve tek bir damlayı icat etmesi mümkün değildir.
O hâlde yol ikidir: Ya Allah kabul edilerek "yağmuru yaratma" fiili ona isnat edilecek ve bu hadisede gözüken isim ve sıfatların müsemması ve mevsufu olarak Allah kabul edilecek. Ya da fail olarak bulutun kendisi kabul edilerek, yağmurda gözüken mezkûr isim ve sıfatlara, bulutun bizzat kendisinin sahip olduğu iddia edilecektir. Yani mevhum fail olan bulut, Allahın sıfatlarına sahip olarak ulûhiyet makamına çıkartılacak, âdeta ona ilahlık makamı verilecektir.
Sözün özü: Yağmurda gözüken isim ve sıfatlar vardır. Bu isim ve sıfatların sahipsiz olması mümkün değildir. Allahı inkâr eden birisi ilk önce, hayatsız ve kendinden bile haberi olmayan buluta; Allahın ilmi kadar bir ilmi, Allahın kudreti kadar bir kudreti, Allahın hikmeti kadar bir hikmeti, Allahın rahmeti kadar bir rahmeti ve Allahın sahip olduğu diğer isim ve sıfatları verecek ve daha sonra küfrüne itikat edebilecektir. Bu itikat ile de âdeta bulutu kendisine bir ilah yapacaktır. Zira ilah demek, saydığımız isim ve sıfatlara sahip olan zat demektir. Bu isim ve sıfatları kime verirseniz, ilah olarak da onu kabul etmişsiniz demektir. Nasıl ki misalimizde, Güneşi inkâr eden kişinin, camın içinde hakiki bir Güneşin varlığını kabul etmesi gerekiyordu; çünkü bu ışığa sahip olana Güneş denilir. Aynen bunun gibi, cam hükmündeki eşyada tecelli eden isim ve sıfatların sahibi olarak da kimi kabul ediyorsak, bizim ilahımız odur. Çünkü ilah, bu isim ve sıfatların sahibine denir.
Biz sadece yağmura ve onda tecelli eden isim ve sıfatlardan bazılarına baktık. Bir de kâinata bakın ve onda tecelli eden isim ve sıfatları görün! Sonra o isim ve sıfatlara sahip olabilecek bir fail ve sanatkâr bulmaya çalışın! Semalara çıkın, denizlerin dibine dalın, sahralarda gezin, âlemde bakmadığınız hiçbir taşın altı kalmasın! Acaba kâinatta gözüken bu kadar isim ve sıfatlara sahip olabilecek Allahtan başkasını bulabilecek misiniz?
Üstadımız bu hakikate misal olarak Hava zerrelerinin hikmetli faaliyetini ve Toprağın her türlü bitkiye medar ve menşe olmasını vermiştir. Toprağın her türlü bitkiye medar ve menşe olması misalini beraberce şöyle tefekkür edelim:
Bir pinpon topu yapmak isteseniz, ilk önce ne yapmanız gerekir?
ilk yapmanız gereken, pinpon topu için bir kalıp hazırlamaktır. Kalıp olmaksızın onu imal edemezsiniz. Kalıba duyulan ihtiyaç, imal edilen her eşya için geçerlidir.
Mesela yapay bir çiçek yapmak istiyorsunuz. Yine ilk yapmanız gereken, o çiçek için bir kalıp hazırlamaktır. O çiçeği ancak bu şekilde imal edebilirsiniz.
Şimdi de toprağı düşünelim:
Aynı toprak beş yüz bin çeşit farklı bitkiyi kendinde bitirebiliyor. Hangi tohumu veya çekirdeği o toprağa atsanız, ondan farklı bir bitki ve ağaç çıkıyor. Bu olayın iki farklı izahı olabilir:
1- Bu bitkileri, çiçekleri ve ağaçları yaratan Allah-u Teâlâdır. Onun ilminde her bir bitki ve çiçek için, ilmî ve manevi kalıplar vardır. Nihayetsiz ilmi ile her bir bitki için, farklı kaderî kalıpları tayin etmiştir. Nihayetsiz olan kudreti ile atomları ve elementleri bu manevi kalıplara sevk eder ve o mahluku yaratır. Bütün bunlar, Onun irade etmesi ile bir anda vuku bulur.
2- Eğer Allah-u Teâlânın varlığı -hâşâ- kabul edilmezse, şu iki şıktan birisi kabul edilmek zorundadır:
A-) O toprağın içinde bitkiler adedince maddi kalıplar olmalıdır. Toprak, bu maddi kalıpları kullanarak nebatatı icat etmektedir. Zira ortada bir eser vardır ve bu eserin meydana gelebilmesi için de kalıba ihtiyaç vardır. Kalıp olmaksızın böyle intizamlı bitkilerin yaratılması mümkün değildir. Yapay bir çiçek için bile maddi bir kalıba ihtiyaç varsa, bu hadsiz çiçek ve bitkilerin kalıpsız yaratılması elbette mümkün değildir. O hâlde toprakta, beş yüz bin farklı tür için, beş yüz bin farklı kalıp vardır.
Bu şıkkı, yani bir saksı toprağın içinde beş yüz bin farklı kalıbın bulunduğunu kabul etmek akıl sahipleri için mümkün değildir. Hem iş sadece beş yüz bin farklı kalıp ile de bitmemektedir. Bu türlerin her bir ferdinin farklı bir şekli vardır. Hatta yaprak ve çiçekleri dahi kendi cinslerinden farklıdır. O hâlde bu toprakta, değil beş yüz bin maddi kalıbın bulunduğunu kabul etmek, yaratılan bitkiler adedince maddi kalıpların varlığını kabul etmek gerekiyor. Zira hiçbir bitki diğerine birebir benzemez ve her biri kendine mahsus bir kalıp ister.
Eğer toprağın içinde böyle hadsiz maddi kalıpların varlığını kabul edemezsek -ki edemeyiz- o zaman toprakta manevi ve ilmî kalıpların varlığını kabul etmemiz gerekecektir. Çünkü muntazam bir eser, kalıp olmaksızın icat edilemez. Eğer kalıp maddi olmazsa, ilmî ve manevi olmak zorundadır. Yani o bir avuç toprak, bütün bitkilerin vücut yapılarını, şekillerini, yaratılış kurallarını, üzerindeki yaprakları, çiçekleri, meyveleri vs. bilmeli ve kudretiyle de atomları bu ilmî kalıplara sevk etmelidir. Bu da ancak bir avuç toprağın, Allahın ilmi kadar bir ilme ve Allahın kudreti kadar bir kudrete sahip olması ile mümkündür.
Bir daha özetlersek: Topraktan çıkan bitkiler, çiçekler ve ağaçlar bir kalıptan çıkmışçasına mükemmel bir şekilde yaratılıyor. Göz önündeki bu harikulade yaratılışı gördükten sonra ya demeliyiz ki: "Bu nebatatı yaratan Allah-u Teâlâdır. Allahın nihayetsiz ilminde her bir bitki için manevi ve ilmî kalıplar vardır. Atomlar, kudretin sevkiyle bu kalıplara girerler ve bu şekilde nebatat halk edilir.''
Eğer -hâşâ- Allahın varlığı inkâr edilirse, o hâlde gözümüz önündeki bu faaliyeti izah edebilmek için şu iki sözden birisi kabul edilmek zorunda kalınır:
1- Ya toprağın içinde her bir nebat için maddi kalıplar vardır. Toprak, o maddi kalıpları kullanarak bitkileri yaratır. Bu hâlde, bir saksı toprağın içinde bitkiler adedince maddi kalıpların varlığı kabul edilecektir.
2- Eğer toprağın maddi kalıbı yoksa ilmî ve manevi kalıpları olmalıdır. Yaratılan her bitkinin vücut yapısını ilmi ile bilmeli ve kudreti ile de zerreleri o manevi kalıplara sevk etmelidir.
Allahın nihayetsiz ilmini ve kudretini kabul edemeyip Onu inkâr edenler, bir avuç toprağa Allahın ilmi kadar bir ilmi ve Onun kudreti kadar bir kudreti verirken acaba utanmıyorlar mı?
Ya da gerçekten, her çeşit bitki için maddi bir kalıbının o toprakta bulunduğunu mu kabul ediyorlar?
Ya da saydığımız seçeneklerden başka bir seçenek mi var ki onunla bu eşyanın icadını izah ediyorlar?
Ya da her şeye gözlerini kapatarak "tesadüf" deyip mi geçiyorlar?
-Alıntı-