2013 Temmuz'unda öğrendim ki okulu bitirmem için zorunlu dış staj yapmam gerekiyor. Yüksek lisans ve akademik hayallerim için en zor aşamalardan biriydi çünkü basın sektörünü eleştirmeye bayılıyordum ki hâlâ öyle. Bir süre naylon staj arasam da el mahkum gerçek bir staj yapmaya karar verdim. 30 gün kahve taşımak yerine yapacak çok işim olduğuna kendimden başkasını ikna edemiyordum zira.
Sabah 'ta ayarlanan staj için gün sayıyordum. Endişeliydim. Üstelik dangozca ve de ukalaca beni kültür sanata vermeleri gerektiğini söyledim. Kesin yıpranacaktım...
Yanılamamıştım çünkü stajımın ilk günü Şengül Hn. yüzüme bile pek bakmada konuşmayı tercih etti ve beni Olkan Bey'e teslim etti. Sürekli evlilik yüzüğünü parmağından çıkarıp oynayan adamdan hemencecik gözüm korkmuştu. Yanına oturttuğu gibi plastik sanattan resime uzanan sözlü sınava tabi tutulmuş ve oracıkta masaüstündeki çöp kutusuna girmek istemişim.Olmadı. Üstelik ilk günümde gazeteden 23:00'te çıkabilmiştim.
Ekipteki herkes hoşgeldin gülümsemelerini eksik etmedi ama ülkenin gergin dönemleri onlara fazlasıyla yansımıştı. Kendime bir bilgisayar buldum. Ne yapsam bilemedim, kendimi işe yaramaz hissediyordum. Öğle yemeği saatinde kendi başıma kaldığımda Damla beni davet etti ama en yakın arkadaşım da aynı yerde staj yaptığı için onunla gitmemiştim. Yemeğe çıktığımda Dilek'e tüm korkularımdan söz ettim ve o kendi servisindeki insanların organik bal tadında olduğunu söyleyince şansıma bir kaç atıfta bulunmadım değil. Karar aldım, gazeteye olabildiğince gitmeden bu stajı atlatmalıydım...
Neredeyse öyle oldu. Kimi zaman bahanelerle kimi zaman da gerçeklerle stajımın iki haftasını erkenden çıkarak geçirdim. Çay getirme işlerini Olkan Bey'in isteği üzerine Fırat öğretti. Saat 18:00'dan sonra bedava çay kahve ekibin çok hoşuna gidiyordu. Benim de öyle denebilir. Çünkü çay servisinden sonra kimse bana dokunmuyordu. Son iki hafta "Stajyer bir şey yapmıyor" denilince gündem toplantısına birkaç madde yazdım, sırf katılmış olmak için. Sunduğum haberleri anlatırken yanaklarım kıpkırmızı oluyordu, onlara göre saçmalıyor olabilirdim. Bloglarla ilgili bir haberi kabul ettiklerinde nasıl pişman oldum bilemezsiniz. Amacım sadece bir şeyler yapıyormuş gibi görünmekti.
ilk haberde anlayışlı olurlar demiştim ama binlerce kişinin okuyacağı haberi sallabaş yapamazlardı ya...
Çay servisinde ustalaşmaya başladığım için ve önerdiğim haberleri hızlı teslim ettiğim için sevilmiştim. Sevilmek dediğim artık adımı biliyorlardı, fazlası değil.
Birkaç çeviri ve üç dört haberi zorunluluktan sıyrılmış, yeni şeyler öğrenme güdüsüyle yapmaya başlamıştım. Durmadan okuyordum. Aklıma ne gelirse o anda sunuyordum. En korkuncu Şengül Hn. haberimin son halini okuduğu andı ki Yeşim'in okuduktan sonra pek mesele olmuyordu. Kimi zaman öğle yemeklerinde eve gidip bir saat müzik dinliyor öyle geri geliyordum. Son günlerde Damla ile yemeğe çıkmaya ve işlerin nasıl yürüdüğünü öğrenmeye başlamıştım.
Stajımın son haftasında Necla Hn. yanına oturmuş birden bire neler yaptığımdan söz eder olmuştum. Onu işlerimden daha çok etkileyense insan Müzesi blogum oldu. Bu blogun işime yarayacağından habersizdim. işler tıkırında gidiyordu. Stajımın son gününde buruk mu desem yoksa hayal kırıklığı mı desem bilemedim ama bir hâlde oturup gazeteleri okuyordum. Buruk olmamın sebebi gazeteye hızlı alışmış olmam ve gerçekten diğer stajyerler gibi gelip geçici olduğumu anlamamdı. Fark yaratamadığım gibi iz de bırakamamıştım. Yeşim rüyasında benim için mutlu haberler aldığını söylese de rüyaya inanmak bana göre değildi.
Tam bunları düşünürken arkamda sert bir ses. Sesi her zaman sert ama gözleri içtenliğini ele verir Şengül Hanımın. "Bu işi yapmak istiyor musun?" dedi. Ben afalladım, sadece kafa salladım. "Senin için yukarısıyla görüştüm. Ne olur bilmiyorum ama. Belki telifli alırlar belki de başka türlü, haberin olsun" deyip omzuma babacan bir tavırla vurup gitti. Yeşim'e döndüm gülüyordu. Nasıl başardığımı bilmediğim bir zaferin kutlamasını gülücüklerle yapıyordum.
Yüksek lisans hayallerim bir dersten kalmamla suya düşmüştü ve neden okuduğum işi denemeyeyimdi ki?
Bir hafta telefonumun sesini kısmadım. Her zil sesini duyduğumda telefona atlıyordum. Ümidimi kaybettiğim gün babaannemdeydim. Artık olmayacağını anladığımı bu nedenle de telefonun sesini her zamanki gibi sessize alabileceğimi söylüyordum. Benim kaderim seviyor ya olayları Türk filmi tadında yaşatmaya. Telefon tam elimdeyken çaldı. Tanımadığım bir numara. Açtım "Ben Turkuvaz Medya iK Hayriye...." dedi ve iki gün sonra görüşmeye çağırdı. Telefonu kapattığımda balkonda kahkahalar atıyordum. Birçok iş yapmama rağmen bu az çaba sarfedip çok büyük ödüllendirildiğim bir işti. inanamıyorumdu, falandı ve filandı.
Görüşmeye gittim, çok gergindi. Anlayamadığım sorular soruldu; "Neden ingilizce öğrendin?, Odan var mı?"...
Görüşmeden bir hafta sonra altı aylık yarı kadrolu olarak işe başladım.Ve altı ay sonra da tam kadrolu muhabir olarak yoluma devam ettim. Ekibe dahil olduğumdan bu yana çok insan ayrıldı ve iyi kötü birçok olay oldu. Ekibimi önce dahil olmama müsaade ettikleri için sonra da her birinden ayrı bir telde şarkı öğrendiğim için çok sevdim. Her gittiğim yerde mutlu eklerden söz ettim. Gazetecilerin iş çeviren ve dedikoducu insanlar olduğunu söyleyenlere sabah kahvaltılarımızı anlattım. Kimi zaman hepsine sarılmak istedim. Benim uçuk olduğumu düşünüyorlardı, haksız değillerdi. Ama ne güzellerdi.
Güzel iş.
Şanslısın diyenlere katılıyorum ama zaman geçtikçe her güzelliği son kullanma tarihi mi geçiyor nedir?