geçen sene kışa doğru, işsiz güçsüz avare bir halde evde kitaplarıma gömülmüştüm. bir stefan zweig okuyordum bir kafka, canım mı sıkıldı geç hemen yaloma. o da mı olmadı Dostoyevski pirimden bir kaç aforizma... ben okudukça kitaplar coşuyordu, ben çoştukça kitaplar bitiyordu.
derken odama birden tüm heybetiyle 'annem' girdi.
-hşşt kalk lan pazara gidiyoruz. öte beri alcaz
-sevgili valideciğim, bu talebinizi şiddetle reddediyorum. pazar denen ilkel bir varoş kültürüne beni götüremeyeceksiniz..
bu cümleyi bitirmemle annemin süper güdümlü terliğinin ağzımın ortasına gelmesi bir oldu. evet her ne kadar daha 5 dakika önce diyalektik toplum modelini ve onun evrimsel süreçteki değişimini konu alan araştırmalar yapıyor olsam da şu an ezilenlerin pedagojisindeki halk modeliyle iç içe olmam gerekecekti.
pazara doğru aldık yolumuzu.
bir yandan içinde bulunduğum topluma hakaretler savururken bir yandan da annemin 'hayırlı kısmet' kavramı ile ilgili nutuklarını dinliyor taklidi yapıyordum ki geldik pazara.
üç kilo domates, iki kilo salatalık, iki kilo elma, bir kilo pırasa , üç kilo lahana, 4 kilo ayva (reçeli güzel oluyormuş), 2 kilo portakal (vitamin de vitamin) , 3 kilo mandalina (suyu sıkılırmış),2 kilo pirinç, 2 kilo mercimek, 30 yumurta, 1 kilo zeytin, bir kilo brokoli (ben seviyorum diye) , bir kilo çerez (misafir falan gelirmiş) bir tane anne tişörtü (20 tl lik) , bir süpürge (kapının önünü temizlemek için), 20 tane mandal ve kapanış olarak iki kıvırcık bi yeşil soğan 3 kilo da patates.
anneme her ne kadar süper kahraman olmadığımı aktarmaya çalışsam da hepsini taşımak zorunda kaldım. hissedemediğim parmaklarım ve cehaletten ölen toplum bireyleri eşliğinde yaklaşık yarım kilometreyi bitirip eve geldik. he yolda karşılaştığımız akrabalara hiç değinmiyorum. yalap şalap olmuş suratım ve elitist ruh halim ile intihara daha önce hiç bu kadar yaklaşmamıştım. bu dünyaya erkek gelmediğim için hem kendimden hem de ailemden tekrar tekrar iğrendim ayrıca da.