destansı öykü den

entry2 galeri
    2.
  1. yorgo seferis başyapıtı.

    I
    Üç yıl boyunca
    hiç durmadan haberciyi bekledik
    gözlerimizi dikip
    çamlara, kıyıya ve yıldızlara.
    Bir olup sabanın demiriyle, omurgasıyla geminin,
    ilk tohumu arıyorduk
    eski oyun yeniden başlasın diye.

    Yaralarla döndük yurdumuza,
    elimiz kolumuz tutmuyordu, ağzımız
    tuz pas içinde.
    Kuzeye doğru yol aldık uyandığımızda,
    lekesiz kanatlarıyla bizi sislere salan
    kuğuların yaraladığı yabancılardık.
    Uluyan gündoğusu çıldırttı bizi kış gecelerinde,
    yazları, ölmeyen günün acısında yitirdik kendimizi.

    Birlikte getirdik dönüşte
    bu oyma kabartmalarını saygılı bir sanatın.


    II
    Yeniden bir başka kuyu bir mağara içinde.
    Bir zamanlar kolaydı
    Putlar, süsler çıkarıp derinliklerinden
    Sevindirmek bize bağlı kalan dostları.
    ipler kopmuş artık; yalnız kuyu ağzındaki izleri
    Ansıtıyor bize, bizi koyup giden mutlulukları:
    Kuyu ağzında parmaklar, ozanın deyişiyle.
    Bir an taşın serinliğini duyuyor parmaklar
    Ve taşa geçiyor gövdenin sıcaklığı,
    Her kıpı, sessizlik dolu, damla akmadan
    Ruhunu oyuyor mağara sanki kumarda ve yitiriyor.


    III
    “içinde hançerlendiğiniz hamamı unutmayın.”
    Ellerimde bu mermer başla uyandım
    Dirseklerimi yoran, nereye koyacağımı bilemediğim.
    Bir düşe yuvarlanıyordu baş, ben düşten uyanırken,
    Böylece birleşti yaşamlarımız, şimdi ayırması güç.
    Bakıyorum gözlere, ne açık ne kapalı,
    Konuşmağa çalışan ağıza konuşuyorum,
    Tutuyorum derinin ötesine çökmüş yanakları.
    Gücüm fazlasına yetmiyor.
    Ellerim kayboluyor, sonra dönüyor,
    Sakatlanarak.


    VIII
    Nedir aradığı ruhlarımızın yolculuğa çıkıp
    yıpranmış gemilerin bordalarında, karışıp kalabalığa
    yüzleri soluk kadınların, ağlayan çocukların
    ne uçan balıklarla, ne de direklerin
    yöneldiği yıldızlarla avunan,
    eskiyip cızırdayarak gramofon plaklarıyla,
    isteksizce katılıp boşuna yolculuklara,
    kırık dökük düşünceler mırıldanarak anlaşılmaz dillerden?

    Nedir aradığı ruhlarımızın yolculuklara çıkıp
    çürüyen teknelerde
    bir limandan öbürüne?

    Kaldırarak taş yıkıntılarını, soluyarak
    çamların serinliğini her gün biraz daha güçlükle,
    yüzerek bir gün bu denizin sularında,
    bir gün bir başka denizin
    dokunma duygusundan yoksun,
    insansız,
    artık ne bizim, ne sizin olan bu ülkede.

    Biliyorduk ki adalar güzeldi
    buralarda bir yerde, arayıp durduğumuz
    belki biraz aşağıda, ya da biraz yukarda,
    belki de çok yakınlarda.


    IX
    Liman yaşlıdır, artık bekleyemem

    Çamlı adalar için çekip giden arkadaşları
    Çınarlı adalar için çekip giden arkadaşları
    Açık deniz için çekip giden arkadaşları.
    Okşarım paslı gemileri, kürekleri okşarım
    Ki bedenim canlansın ve güçlensin.
    Yelkenler tuz kokusu verir yalnız
    Öteki fırtınadan.

    Yalnız kalmak isteseydim, sessizlik
    Olurdu aradığım, yoksul ufukta
    Bu çizgilerin, bu renklerin, bu suskunluğun
    Ruhumu parça parça edeceği umudu değil.

    Gecenin yıldızları yeniden getirdi bana
    Ölümü bekleyen Odysseus’un güvenini, çiriş otları arasında.
    Burda çiriş otları arasında demirlediğimiz zaman
    Adonis’in yaralandığını bilen boğazı bulalım istedik.


    X
    Bizim ülkemiz kapanık, hep dağlar
    tavanı alçak bir gökyüzü gece gündüz.
    Irmaklarımız yok, kuyularımız yok, kaynaklarımız yok,
    yalnız bir iki sarnıç – onlar da boş-
    yankı yapan ve tapındığımız.
    Kof, küflü bir ses, yalnızlığımızla bir,
    aşkımızla bir gövdelerimizle bir.
    şaşıyoruz bir zamanlar nasıl da yapabilmişiz
    evlerimizi, kulübelerimizi, ağıllarımızı.
    Ve evliliklerimiz, serin çelenklerle parmaklar
    çözülmez bir bilmece oluyor ruhumuza.
    çocuklarımız nasıl doğmuş, nasıl büyümüşler?

    Bizim ülkemiz kapanık. Tılsımlı kara adalar
    geçit vermiyor denizlere. Pazarları
    limanlara inince biraz soluk almaya,
    görüyoruz kavuşan günün aydınlığında,
    çürümüş teknelerini bitmemiş yolculukların
    artık sevişmeyi unutmuş gövdeler



    XIV
    Işıkta üç kırmızı güvercin
    alınyazımızı çiziyorlar ışıkta,
    renkleriyle, davranışlarıyla
    sevdiğimiz kişilerin.



    XV
    Uyku bir ağaç gibi sarmıştı seni yeşil dallarla,
    sessiz ışıkta bir ağaç gibiydi soluman
    yarı saydam kaynakta yüzüne baktım:
    gözlerin yumulu, kirpiklerin sulara sürtünüyordu.
    elim elini buldu yumuşak otlarda,
    bir an nabzını tuttum
    ve bir başka yerde duydum acısını kalbinin.
    Çınarın altında su boyunda defneler arasında
    uyku yerinden oynatıp yanıma yöreme
    dağıtıyordu seni, san ve sessizliğine
    dokunmadan ben;
    görüyordum gölgenin büyüyüp küçüldüğünü
    kaybolup başka gölgelerde ve bırakıp
    sonra yeniden tutan o öteki dünyada.
    Bize yaşayalım diye verilen hayatı yaşadık.
    Yazık bunca sabırla bekleyenlere
    kaybolup kara defneler içinde, koca çınarların dibinde
    ve yalnızlıktan sarnıçlara, kuyulara seslenip
    seslerinin halkalarında boğulanlara.
    Sıkıntımızı, yorgunluğumuzu paylaşıp
    bizi bekleyen mutluluğun umudundan yoksun,
    kendini mermer yıkıntılar ötesinde bir karga gibi
    güneşe salan yoldaşımıza yazık.
    Bize, uykudan öte, dinginliği bağışla.



    XXIII
    Biraz daha dayansak
    Göreceğiz çiçeklendiğini bademlerin
    Güneşte ışıyan mermerleri
    Denizi, kıvrımlı dalgalarını denizin.

    Biraz daha dayansak
    Biraz, biraz daha yükselsek


    XXIV
    Burada bitiyor denizin yapıtları, aşkın yapıtları.
    Bir gün yaşayacak olanlar bu bizim sonumuzun geldiği yerlerde –
    anılarındaki kan kararırsa, taşarsa eğer
    unutmasınlar çiriş otları arasındaki biz güçsüz ruhları,
    Erebos’a döndürsünler kurbanlarının başlarını:

    Bizim ki hiçbir şeyimiz yoktu, barışı öğreteceğiz onlara.
    2 ...