nese duzel'in 23 haziran 2003'te radikal'de yazdığı yazının devamıdır:
Orada, normal hayatın dışında bir hayat sürüyordunuz. Bir insanın algılamakta zorluk çekeceği şartlarda yaşıyordunuz. Bu, gerçeklik duygunuzu nasıl etkiliyordu?
Yaşadıklarımızıngerçekliğinden kuşkuya düşebiliyorduk tabii. Mesela Mehmet Salih Besen olayında gerçeklik duygumu ben tamamen yitirdim. 50 yaşlarındaydı. TKi'de memurdu. Kendisini ve bizleri ölü zannediyordu. 'Biz ölüyüz, şu anda kabirdeyiz' diyordu. Biz, ' Amca yok öyle bir şey, gerçek hayattayız' desek de, koğuşun aslında bir mezar olduğunu öyle mantıklı savunuyordu ki, ben dahil bazılarımız ölü olduğumuza inanmaya başlamıştık. Mesela cuma günleri görüşme günümüzdü. Bize soruyordu. 'Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar. Cizre'de biliyorsunuz kabir ziyareti cumalarıdır' diyordu. Gardiyanların da Zebani olduğunu söylüyordu. Gerçekten de koğuşun camları boyalıydı. Biz dışarıyı göremiyorduk, koklayamıyorduk, duyamıyorduk. Bu durum uzun sürdü ve ona yaşadığımızı bir türlü ispat edemiyorduk. Bir gün mazgal açıldı ve 'Mehmet Salih Besen hazırlansın, tahliye oluyor' dendi. Ben şahadet getirdim. Dedim ki, 'Biz yaşıyoruz... !'
Peki o yaşadığına inandı mı?
Hayır. 'Seyidim beni gönderme. Sen bana sahip çıkıyordun. Şimdi tek başıma mahşere hesap vermeye gidiyorum' diye ağladı. Sonradan onunla birlikte tahliye olan gençten öğrendik ki, onları Siirt'teki sivil cezaevine götürmüşler. 'Eğer beni hanımımla, çocuklarımla konuşturursan ölmediğime inanırım' demiş. Cezaevi müdürü de telefon etmelerine izin vermiş. Genç, Salih Amca'nın evini aramış, karşısına hanımı çıkmış. Telefonu Salih Amca'ya vermiş. Salih Amca, hanımına 'Ben sağ mıyım, ölmedim mi?' diye sormuş. Ve ahize yere düşmüş. Salih Amca, içerideki vahşeti görünce, oradan sağ kurtulacağına inanamadı. Sağ kurtulduğuna inandığında ise buna kalbi dayanmadı.
Diyarbakır Cezaevi'ndeki mahkûmlardan dördü kendilerini koğuşta yakmıştı. Kimdi o dört kişi?
Ferhat Kortay, Necmi Önen, Mahmut Zengin, Eşref Anyık. 1981'in sonlarında itirafçılık başladı. itirafçılar ayrı koğuşa kondu, onlara işkence yapılmadı. Onlar, spor yapıp, televizyon seyrediyorlardı. itirafçıların sayısı da her gün artıyordu. Bu dört kişi, itirafçılara ve işkenceye karşı eylem yaptılar.
Onlar kendilerini yaktığında siz orada mıydınız?
Aynı koğuştaydım. Ferhat Kortay hemşerimdi, elektrik mühendisiydi, samimiyetimiz vardı. Sabaha karşı saat üç sularında koğuşta müthiş bir patlama oldu. Bir arkadaş alevlerin üstüne su döktü. Alevlerin içinden bir ses geldi. 'Bu bir yangın değil, eylem. Kahrolsun işkence, kahrolsun vahşet' dedi.
Alevler küçüldüğünde biz o dört insanı kafa kafaya vermiş gördük. Ben Ferhat Hoca'nın başucuna gittim. Eğildim, 'Hocam bir şeyler söyle'dedim. Dişleri kenetlenmişti. Tıslar gibi bir sesle zorlukla, 'Bana türküyü söyle' dedi. 'Sevdalım' adında çok sevdiği Kürtçe bir aşk türküsüydü bu. Ben ağlayarak türküyü söylemeye başladım. Beni teselli etmek ister gibiydi. Ağlamamam için bana tebessüm etti. Tebessüm ederken yanaklarından etler dökülüyordu.
Hapishaneden çıktıktan sonra neler hissettiniz? Hapishanenin sizin üzerinizde bıraktığı etki neydi?
Tahliyeden bir hafta sonra askere alındım. Askerlik psikolojik tedavi oldu. Çünkü orada da elbiseler cezaevindekiyle aynıydı. Fakat muamele farklıydı. işkence, ölüm, hakaret yoktu. Askerde bana hiç görev verilmedi, hiç baskı yapılmadı. Ama ben yine de kendimden nefret ediyordum, yaşadıklarımı haykırmak istiyordum, haykıramıyordum.
Hapishaneden çıktıktan sonra psikolojik tedavi gördünüz mü?
Maalesef. Neler yaşadığımı bir ben, bir de ailem bilir. Normal insan gibi yürüyebilmek için bir hafta çalıştım. Tuvalete bile nizami adımlarla gidiyordum. Anneme babama emredersiniz diyordum. Sokağa çıktığımda herkesin beni gözlediğini sanıyor, gizlenmeye çalışıyordum. Beni, iki arkadaşım kolumdan girip sokakta yürütüyordu.
Diyarbakır Hapishanesi'nde yaşananlar Güneydoğu'daki olayları nasıl etkiledi sizce?
Ben siyasi biri değilim. Bu konularda birikimim yok. Ama 12 Eylül, Kürt sorununa herkesin dikkatini çekti, bu sorunu dünyaya duyurdu. Cezaevindeki vahşet olmasaydı, Kürt meselesi bu ülkede bu kadar erken açığa çıkmazdı. Diyarbakır Cezaevi'ndeki insanları birer militan haline getirdiler. Bunların yüzde 80'den fazlası dağa çıktı. insanın oradaki vahşeti gördükten sonra normal yaşama dönmesi çok zordu. 'PKK hareketi 1984'te patladı' derler ya, bu tarih, Diyarbakır Cezaevi'nden ana tahliyelerin olduğu tarihtir.
Aradan uzun bir zaman geçti. Hapishanenin izlerini hâlâ içinizde taşıyor musunuz?
Evet. Ama tuhaftır konuşmak, anlatmak da istiyorum. Benim dile getirdiklerimin siyasetle bir ilgisi yok. Ben ülkemizde geçmişte yaşanılan bir vahşeti anlatıyorum. Bugün 43 yaşındayım, Diyarbakır Cezaevi'nden konuşulduğunda hâlâ hayattan kopuyorum. içimdeki fren boşalıyor, bağırmak, ağlamak, haykırmak istiyorum. Benim hanımım ve çocuğum var. Kalabalık bir ailem ve dost çevrem var. içimdeki frene basamıyorum ve herkesin önünde hüngür hüngür ağlıyorum, ağlıyorum...