kafamı duvara vurmadan
tanıyabilmek seni
beyninin içindekileri anlayabilmek
ve yitirmeden, yüzündeki anlık tebessümü
bütün saatleri öylece durdurabilmek için
çıldırasıya paraladım kendimi
lanet olsun!
ne de güzel anlatmış yusuf hayaloğlu. oturmuş şiir okuyorum lan sabahın köründe. hele ki kendini ifade etme yollarının en lüzumsuzudur şiir. samimiyetsiz, saçma... de ki, niye okuyon o zaman dingil? bu kızlar çok garip birader.
biri gelip öyle bir yerleşiyor ki içine.. olmayacak lan işte diyorsun kendine; ama gelecek planlarında bile yer veriyorsun istemsiz. şuraya atanırım, burada çalışırım, askere şu zaman giderim vs. diyorsun. sonra, hafta sonları ankara'ya onu görmeye gider miyim diye düşünürken buluyorsun kendini. halı sahada bencil ama iyi oynayan arkadaş gibi işte bu kızlar.
hani şu hiç pas vermeyen, atacakmış gibi yapıp atmayan, bazen görmezden gelen, oralı bile olmayan arkadaş gibi. sen pas atarsın ona ama o kafasının dikine gider boyuna. ama iyi de oynar sıpa. topu aldı mı gider, allahı var. yılan gibi sıyrılır aralardan. kıvraktır, hızlıdır. herkesin beğenisini toplar.
lakin hiç pas vermez işte. paslı oynaması için dil dökersin ama boş. ve yok dersin, olmaz onunla. bu son dersin, bir daha maça çağırmam.. ancak içten içe bilirsin ki asıl onsuz olmaz. takım onsuz bir boka benzemez çünkü. o olmazsa eksik hissedersin. çünkü yerleşmiştir artık takıma. o mevki onundur. yer etmiştir orada. başkası dolduramaz. ve tükürdüğünü yalarsın, haftaya yine çağırırsın.
halı sahadaki arkadaştan hoşlanmıyorum, yok. yavşak gökhan'ı bir daha hakkaten çağırmayacağım maça. ben bir kızı anlattım yukarıda.