jokond ile si ya u

entry6 galeri
    6.
  1. şiire uzak olduğunu düşünen insanların bile tüm ruhunu kavrayacak güzellikte, coşkun akan bir nehir. Nazım Hikmet ran'ın 1929 yılında yazdığı, mona lisa tablosu ile çinli si ya u'nun gerçeküstü devrimci aşkını anlatan; nehir şiir, manzum hikaye, mısra çağlaması. bir mayakovski'nin pantolonlu bulut'u bir de nazım hikmet'in jokond ile si ya u'su insanın ruhuna verebileceği emsalsiz güzellikteki, en özel hediyelerden biridir; etkilenim ve hissediş dünyanız başkalaşır; ruhunuz yepyeni bir evrene kanatlanır...

    jokond ile si ya u'yu tek kişilik bir tiyatro oyunu olarak sahneye koyan ve oynayan zeliha berksoy; bu eserin hikayesini şöyle anlatıyor:

    bu eser başlı başına bir sacayak. Kendi stili var; Nâzım o tarihte sıcağı sıcağına Moskova’daki Meyerhold Tiyatrosu’ndan etkilenmiş. O tiyatronun biyomekanik oyunculuğu yani dramatik tiyatrodan ziyade Asya tipi, daha beden diline ağırlık veren, gestus taşıyan oyunculuğundan etkilenmiş. ikincisi tabii ki aşk hikâyesi… Si-Ya-U, Şanghaylı bir çocuk, Paris’te okurken Louvre’a gidiyor ve Mona Lisa’ya âşık oluyor. Resmin adı Mona Lisa ama Nâzım, Fransızca bildiği için Jokond diyor, yani resme Fransızca ismiyle hitap ediyor. Ve sonra Moskova’da üniversitede Nâzım’la oda arkadaşı oluyorlar. O sırada da Nâzım’a hep anlatıyor Mona Lisa’ya aşkını... Zaman geçiyor, Moskova’da 1 Mayıs hareketlerine katılıyorlar ve bütün Şanghaylı devrimci çocuklar, Şanghay’a dönüyor. O zaman da Çan Kay Şek var tabii ve devrimcilerin kellesini uçuruyor. Si-Ya-U da Şanghaylı Çinli çocukların daha doğrusu, öğrenci birliğinin başında. Ve bunlar diyorlar ki, “Biz artık memleketimize gitmeliyiz, okul da bitti, orada mücadele edeceğiz”. Tabii bunlar Moskova’dan gidince Çan Kay Şek kellelerini uçuruyor. Si-Ya-U’nun öldüğünü duyunca Nâzım çılgına dönüyor ve bu şiiri yazıyor. Bir ayağı çok romantik ve fantastik. Hem tarihselliği oturtuyor hem de artistik ve fantastik bir aşk hikâyesi anlatıyor ve bunlar hep birbirleriyle bağlantılı. Bir şair dehasıyla yapıyor yani bunları.

    bazı bölümleri:

    jokondun hatıra defterinden parçalar
    15 mart 1924 paris luvur müzesinden

    luvur müzesinde artık canım sıkılıyor.
    can sıkıntısından çok çabuk bıkılıyor.
    bıktım artık canımın sıkıntısından.
    içimdeki bu ruh yıkıntısından
    aldı fikrim şu hisseyi:
    müzeyi
    gezmek iyi
    müzelik olmak fena.
    ben bu maziyi hapseden saraya
    öyle ağır bir hükümle kondum ki,
    çatlarken sıkıntıdan yüzümde yağlıboya
    mecburum durup dinlenmeden sırıtmaya:
    çünki:
    ben o floransalı jokond’um ki
    floransadan daha meşhurdur tebessümüm.

    luvur müzesinde artık canım sıkılıyor.
    ve madem ki maziyle konuşmaktan
    çabuk bıkılıyor
    ben
    karar verdim bugünden itibaren
    bir hatıra defteri tutmaya.
    belki dahli olur bugünü yazmanın
    dünü unutmaya…
    lakin acayip bir yerdir luvur.
    burda belki bulunur
    iskenderi kebirin
    kronometrolu lonjin saatı,
    fakat
    bulunmaz yüz paralık bir kurşunkalem
    ve bir tabaka temiz defter kaadı.
    lanet olsun luvruna, parisine.
    yazarım ben de hatıratı
    muşambamın tersine.
    ve işte:
    kırmızı burnunu eteklerime sokan,
    saçları şarap kokan
    miyop bir amerikalının
    aşırınca cebinden mürekkepli kalemini
    başladım hatıratıma.
    yazıyorum sırtıma:
    tebessümü meşhur olmanın elemini…


    11 nisan

    ismini öğrendim hergün gelen çinlinin:
    si-ya-u

    16 nisan

    bugün gözlerin sesiyle
    konuştuk kendisiyle.
    gündüzleri kumaş dokuyormuş,
    gece okuyormuş.
    işte çoktandır ki gece
    kara gömlekli bir faşist ordusu gibi geldi.
    kendini sen* nehrine atan bir işsizin
    karanlık sudan sesi yükseldi.
    ve ey yumruk kadar başında
    dağ gibi rüzgarlar esen
    ben eminim ki bu anda sen
    cevap almak için yıldızlara sorduğun
    cevaplardan,
    kuleler kuruyorsun kalın meşin kaplı
    kitaplardan,
    oku
    si-ya-u
    oku..
    ve gözlerin satırlarda isteneni bulunca
    gözlerin yorulunca
    bırak yorgun başını
    siyah sarı bir japon krizantemi gibi
    kitapların üstüne…
    uyu
    si-ya-u
    uyu….

    18 nisan

    başladım unutmaya
    tombul rönesans üstatlarının isimlerini.
    görmek istiyorum
    çekik gözlü çin nakkaşlarının
    ince uzun kamış fırçalarından
    damlıyan
    siyah suluboya kuş ve çiçek
    resimlerini…

    paris telsizinin haberleri

    allo
    allo
    allo
    paris
    paris
    paris…
    havada sesler
    ateş tazılar gibi koşuyor.
    eyfel kulesinin telsizi konuşuyor:
    allo
    allo
    allo
    paris
    paris
    paris…

    biz de şarklıyız bu ses bizedir
    bizim de kulaklarımız bir ahizedir
    biz de eyfel*i dinlemeliyiz-
    çinden haber
    çinden haber
    çinden haber:

    kaf dağınan gelen ejder
    altın semasında çinimaçin yurdunun
    gerdi kanat.
    fakat
    bu işte sade britanya lordunun
    tüyleri yolunmuş
    kalın boyunlu bir kuş
    gibi matruş
    gırtlağı değil,
    kesilecek
    konfuçyusun
    uzun
    seyrek
    sakalı da!…

    jokondun hatıra defterinden

    21 nisan

    bugün çinlim
    gözbebeklerimin
    içinde durdu;
    ve sordu:
    “tanklarının kırk ayaklı tekerleriyle
    pirinç tarlalarımızı ezenler,
    şehirlerimizde
    cehennem imparatorları gibi gezenler:
    senin
    seni yaratanin nesli mi?”
    az kaldı “hayır” diye haykırarak
    kaldıracaktım elimi…



    jokond’un hatıra defterinden

    2 mayıs

    bugün çinlim gelmedi.

    5 mayıs

    bugün de yok…

    8 mayıs

    benziyor günlerim
    bir istasyonun
    bekleme salonuna.
    gözlerim dikili
    demiryoluna….

    10 mayıs

    yunan heykeltıraşları,
    selçuk elinin çini nakkaşları,
    cemşide ateşle halı dokuyanlar,
    çölde hecinlere kaside okuyanlar,
    vücudunun raksı rüzgar gibi esen,
    bir kırat mücevheri 36 köşeli kesen,
    ve sen
    beş parmağında beş hüner taşıyan
    mikel anj * usta!
    haykırın, ilan edin düşmana dosta:
    pariste fazla bağırmış diye,
    mandarin sefirinin
    camını kırmış diye,
    sevgilisi jokond’un
    fransa hududunun
    atılmış haricine….

    çinden gelen sevgilim gitti çine…
    ve ben artık
    bilemem kimlere derler leyla ile mecnun,
    o pantolonlu leyla
    ben etekli mecnun değilsem…
    ağlayabilsem… ah….
    ağlayabilsem…


    ikinci kısım
    firar

    muharririn not defterinden

    a dostlar hali berbat jokond’un..
    siz emin olun ki onun
    çok uzaklardan haber
    almak ümidi olmasaydı eğer
    ölümün rengini vermek için
    dudaklarındaki mel’un tebessüme,
    bir müze bekçisinin tabancasını çalar
    boşaltırdı muşamba göğsüne

    jokondun not defterinden

    ne olurdu fırçası leonar da vinçinin
    yaratsaydı beni
    yaldızlı güneşinde çinin.
    arkamdaki dağ resmi
    şeker kellesi şeklindeki bir çin dağı olsaydı,
    pembe beyaz rengi uzun yüzümün
    solsaydı,
    alsaydı gözlerim bir badem biçimini.
    ve tebessümüm
    gösterseydi göğsümün içini!
    o zaman uzaklardakinin kolunda
    dolaşabilirdim çin’i..

    muharririn hatıra defterinden

    jokondla bugün başbaşa verdik.
    meraklı bir kitabın
    yapraklarını çevirir gibi
    birbiri ardınca saatleri çevirdik.
    ve öyle bir karara geldik ki,
    bu karar
    bölecek bir bıçak gibi ikiye
    jokondun hayatını…
    yarın gece görürsünüz tatbikatını…

    muharririn not defterinden

    notr dam dö pari*nin saatı
    çaldı gece yarısını.
    gece yarısı
    gece yarısı
    kim bilir tam bu anda:
    hangi sarhoş öldürüyor karısını?
    kim bilir tam bu anda:
    hangi hortlak
    bir şatonun
    dehliinde dolaşıyor?
    kim bilir tam bu anda:
    hangi hırsız
    en aşılmaz
    bir duvarı aşıyor?
    gece yarısı…gece yarısı …
    kim bilir tam bu anda…
    bilirim ki her romanda
    en karanlık saat budur.
    gece yarısı
    her kariin yüreğinde bir korkudur…
    fakat neyleyim?
    tek satıhlı tayyarem
    luvurun damına konduğu anda,
    notr dam dö parinin saatı
    çaldı gece yarısını.
    ve ben
    tuhaftır ki hiçbir korku hissetmeden
    okşıyarak tayyaremin alüminyum sağrısını
    damın üstüne indim…
    çözerek belime sardığım 50 kulaç ipi
    şakuli bir sırat köprüsü gibi
    sarkıttım jokondun penceresine.
    üç keskin düdük çaldım.
    ve derhal cevap aldım
    bu üç düdük sesine.
    açtı ardına kadar jokond penceresini.
    meryam ana kılığına sokulan
    bu fakir bahçıvan kızı
    sıyırdı sırtından yaldızlı çerçevesini
    ve ipe sarılarak tırmandı yukarıya…

    dostum si-ya-u
    talihin varmış doğrusu
    düşmüşsün aslan gibi karıya…


    ikinci kısmın sonu.


    üçüncü kısım
    jokondun encamı

    şang hay şehri

    şang- hay büyük bir limandır,
    mükemmel bir liman.
    gemileri daha kocamandır
    boynuzlu bir mandarin konağından.
    vay vaaay!
    ne acayip yer be şang-hay…

    mavi nehirde akar
    hasır yelkenli kayıklar.
    hasır yelkenli kayıklarda
    çıplak kuliler pirinç ayıklar
    pirinç sayıklar..
    vay vaaaay!..
    ne acayip yer be şang-hay…

    şang-hay büyük bir limandır.
    beyazların gmileri kocamandır,
    sarıların kayıkları küçücük.
    kızıl saçlı bir çocuğa gebe şang-hay.
    vay vaaaay!..
    ne acayip yer be şang-hay…

    muharririn not defterinden

    dün gece
    limana girince gemi
    jokond kğağı atto karaya.
    şang-hay kazan o kepçe
    hal oldu si-ya-u’sunu arıya arıya.

    muharririn not defterinden

    “çin işi japon işi
    bunu yapan iki kişi
    biri erkek biri dişi.

    çin işi japon işi
    seyrediniz ne hünerdir
    li-li-fu’nun bu son işi.”

    bağırıyor avaz avaz
    çinli hokkabaz
    li.

    sarı sıska bir örümceğe benziyen eli
    fırlatıyor havalara ince uzun bıçakları:
    işte bir
    bir daha
    bir daha
    bir daha
    beş
    bir daha.

    havlarda şimşekli daireler çizerek
    bıçaklar birbiri ardınca fırlayıp akıyor.
    jokond bakıyor,
    daha da bakacak
    bakacak fakat:
    kocaman renkli bir çin feneri gibi
    sallanıp karıştı ortalık:
    “- yol verin varda
    çan-kay-şi’nin celladı
    yeni bir kelle kovalıyor.
    yol verin varda..”

    biri önde biri arkada
    iki çinli fırladı köşe başından.
    öndeki koşuyor jokonda doğru.
    bu ona doğru koşan oydu, oydu, o.
    si-ya-u’su onun
    kumrusu onun.
    si-ya-u’m benim
    si-ya-u..
    etrafı sardı bir stadyum uğultusu.
    ve sarı asyanın al kanıyla
    boyanmış olan
    nemrut ingiliz lisanıyla
    atıldı naralar:
    “- yakalıyor
    yakalıyor
    yakaladı
    yakala…”

    jokondun kollarına üç adım kala
    yetişti çan-kay-şi’nin celladı.
    parladı
    pala..
    kesilen bir et kırılan bir kemik sesi.
    yuvarlandı ayağının dibine
    kana bulanmış sarı bir güneş gibi
    si-ya-u’nun kellesi..

    ve işte böyle bir ölüm günü
    şang-hayda kaybetti floransalı jokond
    floransadan daha meşhur olan tebessümünü.

    muharririn not defterinden

    çin kemışından bir çerçeve.
    çerçevede resim.
    resmin altında isim:
    jokond..
    çerçevede resim:
    çerçevede resmin gözleri yanıyor
    yanıyor.
    çerçevede resim:
    çerçevede resim canlanıyor
    canlanıyro.
    ve birden
    atlıyormuş gibi boşluğa bir pencereden
    fırlayıp çıktı resim çerçeveden;
    ayakları yere vurdu.

    daha ben haykırırken adını
    karşıma dikilip durdu:
    muazzam bir kavganın dev kadını.

    o yürüdü
    ben peşinden
    kızgın kızıl tibet güneşinden
    çin denizine kadar
    gidip geldik
    gelip gittik.

    jokondu
    düşman elinde
    bir şehrin kapısından
    gece gizlice çıkarken gördüm;
    onu, süngülerin çatıştığı bir kapışmada
    bir britanya zabitinin
    gırtlağını sıkarken gördüm.
    onu:
    içinde yıldızlar yüzen mavi bir su başında
    bitli kirli gömleğini yıkarken gördüm….

    ocağında odun yanan bir lokomotif
    üfliyerek, püfliyerek sürüklüyor peşinden
    beheri kırk kişilik kırk kırmızı vagonu.
    vagonlar geçti birer birer.
    son vagonda gördüm onu:
    başında tüyleri yoluk bir kuzu kalpak
    ayaklarında çizmeler
    sırtında meşin ceket
    bekliyor nöbet…

    muharririn not defterinden
    ey benim sabırlı okuyucularım!
    şimdi sizinle biz
    şang-hayda fransız divanı harbindeyiz.
    hakimler:
    dört jeneral, on dört miralay
    ve süngü takmış kongolu zenci bir alay.
    maznun:
    jokond.
    dava vekili:
    fazla miktarda deli
    yani fazla miktarda sanatkar
    fransalı bir ressam.
    sahne tamam.
    başlıyoruz:
    dava vekili müdafaasını yapar:
    - efendiler
    huzurunuzda
    maznun sıfatıyla bulunan bu eser
    büyük bir üstadın en manalı kızıdır.
    efendiler.
    bu eser…
    efendiler…
    alev dolu bir tas gibi yanıyor beynimin içi…
    efendiler
    leonar da vinçi…
    efendiler…
    rönesans…
    efendiler…
    bu eser
    bu eserin bir misli daha…
    efendiler üniformalı efendiler…….
    -eees!
    yeter.
    dırlanma bozuk bir mitralyöz gibi.
    zabıt katibi,
    kararı oku.
    zabıt katibi kararı okur:
    - ihlal edilmiştir çinde
    fransız tabasının hukuku
    mezbure jokond binti leonardo tarafından.
    binaen
    aleyh
    münasip gördük maznunenin
    ihrakı binnarını.
    ve yarın gece doğarken ay
    senegalli bir alay
    infaz edecektir divanı harbimizn
    bu kararını…
    ihrakı binnar
    şang-hay büyük bir limandır.
    beyazların gemileri kocamandır.
    sarıların kayıkları küçücük.
    kalın bir düdük.
    ince bir çinli çığlığı.
    limana giren bir gemi
    devirdi hasır yelkenli bir kayığı…
    ay ışığı.
    gece.
    bilkelerinde kelepçe
    jokond bekliyor.
    es rüzgar es..
    bir ses:
    - haydi çakmağı çakın.
    yakın jokondu yakın…
    ilerliyen bir karaltı
    bir parıltı…
    çakmağı çaktılar
    jokondu yaktılar.
    kıpkırmızı bir alevle boyandı jokond.
    güldü içten gelen bir tebessümle
    gülerek yandı jokond……….

    sanat, manat, eser, meser, filan, falan, ezel, ebet
    eeeeeeeeeeeeeyt,,,
    “işte o kadardir ol hikayet
    “bakisi duruğu bi nihayet….
    temmet….”

    1929.
    0 ...
  1. henüz yorum girilmemiş
© 2025 uludağ sözlük