içimi olumsuz bir duygu kapladı son zamanlarda. nedenini çözemiyorum. Galiba alışık olmadığım ortamlarda bulunmam ve oralarda da tutunamamam en büyük sebebi. etrafımdaki insanlar ilerlerken, tepelere çıkarken ben hem okulumda, hem de sosyal hayatta başarısızlıktan başarısızlığa koşuyorum. bunun yaşattığı sinir bozukluğunu tahmin edersiniz. herkes yaşamıştır bunları. Ama benim kadar uzun ve umutsuz geçmemiştir bu süreç. biraz anlatayım, belki rahatlarım. belki birileri okur da beğenir falan, dinlendiğimi hissedip mutlu olurum.
***
koştuğumu hatırlıyorum. kahkahalar atarak çimlerin üstünde koşuyordum. tam olarak neredeydim bilmiyorum. (hala oranın neresi olduğunu bilmiyorum) ama ormandı. ormanın otoyola yakın bir piknik alanı. etrafta top oynayan veletler, mangal yapan amcalar, muhabbet eden teyzeler. ve tüm bu huzurlu piknik alanını, bu aile ortamını bok eden, deli dana gibi gülerek koşturan bir sarhoş. ben.
"durun beni bekleyin!!!"
koşmaya devam ettim. onlara yetişmeliydim. kimlere yetişmeliydim? o an kim oldukları önemli değildi. iki kişiydiler. biri kız biri erkek. ormandan çıkıyorlardı. çıkmadan yanlarına gitmeliydim. peşimdekiler beni yakalamadan. derken kızla erkek durmuşlardı. "beni bekleyin!" dedim durdukları halde. biran arkamdakilere bakayım dedim ve çimde ayağım kaydı. kendimi yerde bulduğumda bir kişi kollarımdan kavradı beni. "abi niye kaçıyosun!" dedi uğur. uğur iyi bir arkadaştı. ben o istiklalde sarhoş olduğunda, ona sahip çıkmamıştım ama o, ben istanbul dışındaki bu ormanda sarhoş olduğumda bana sahip çıkıyordu. ki ben sarhoş olduğumda ne kadar zapt edilmez olduğumu biliyorum. uğur beni kolumdan tutmuş bizimkilerin piknik yaptığı yere götürürken ben peşinde olduğum kız ve erkeğe döndüm, "benim için de bira alın! parasını öderim..." dedim. derken sinirli bir şekilde uğur ve bana bakan kübra'yla karşılaştık. önce bana bir tokat attı. sonra "sen tanımadığın bir çocuğun doğum gününe niye sarhoş geliyosun ya!" dedi. tekrar tokat attı. uğur'a döndü, "buna niye içirdin? içince sapıttığını bilmiyor musun?" dedi.
"beni dinlemiyor ki!"
"o zaman getirmeseydin arda'yı!" (arda ben oluyorum)
"sen davet etmedin mi?!"
"içip içip ortamın huzurunu kaçırsın diye davet etmedim!"
"Ben napıyım o zaman?"
"o zaman gidin abi!"
ben bu konuşmayı dinliyordum sadece. tartışma benim yüzümdendi ama sadece dinliyordum onları. uğur, kübra'nın bizi kovmasına çok sinirlenmişti. "kalk gidelim abi!" dedi. benim de diyebileceğim hiçbir şey yoktu. "peki" dedim sadece. uğur çantasını falan aldı. benim hiçbir şeyim yoktu. kübra yanımızda dikiliyordu. uğur'un ciddiyetini anlayınca "tamam tamam gitmeyin, ama ayıltın şunu!" dedi.
***
bazen kendimi yeraltından notlardaki isimsiz başkarakter gibi hissediyorum. insanlardan çok uzak, sevimsiz, hoş olmayan şeyler yapan ve bunun sonucunda yalnız kalınca yine diğer insanları suçlayan. Ama bu çok daha kolay değil mi? sonuçta bir şeyin yanlış olduğunu bilsek zaten onu çok tekrarlamayız. yada yanlış olduğunu sadece biliyoruzdur ama farkında değilizdir. bu yüzden etrafı suçlamak daha kolay.
gecenin bir saati istiklal'den anadolu yakasına dönüyordum. ataşehirdeki evime rahat rahat gitmek varken, annem telefonla beni aramış ve beykoz'a gelmemi söylemişti. lakin o saatte otobüs kalmamıştı. kadıköy'e gidip oradan bir minibüsle evime gitmek varken, annem sürekli arayıp ebesinin beykoz'una gelmemi, bir yolunu bulmamı istiyordu. neden beykoz'a gitmemi istiyordu bilmiyorum. aile büyüklerini görmem için mi? aile büyüklerini sabah da görebilirdim.
dayım metrobüsteyken aradı. eğer boğaz köprüsünü geçtikten sonra ilk durakta inip aşağı doğru yürürsem otobüs duraklarını görecekmişim. oradan beykoz otobüsü geçiyormuş. iyi peki dedim. indim köprüden sonraki ilk durakta. aşağı doğru yürümeye başladım. ama arkadaş, yollar labirent gibi. sanki puştun biri kağıdı rastgele karalamış ve yolları da o kağıdın üzerindeki çizgilere göre yapmışlar. zaten hava da yağmurlu, gelen geçen araçlar bana su fışkırtıyo. bir de alkollüyüm iyice mayışmışım. "sikerim" dedim içimden, "metrobüse geri dönüyorum, oradan kadıköy'e geçer, minibüsle eve giderim" dedim. metrobüse giderken yolda telefonum çaldı, bir araba daha su fışkırttı üstüme. iyice sinirlenmiş bir halde açtım telefonu.
"ben gelmiyorum evime gidiyorum!"
"ya bak sen aşağı yoldan inmedin mi? otobüsleri görmedin mi?"
"bi sik göremedim dayı!"
"ne diyon lan sen!"
"burada bi sik yok diyorum!"
"doğru konuş lan benle!"
telefonu yüzüne kapattım. onunla laf dalaşına girmek istemiyordum. tekrar aradı, meşgule verdim. kadıköy'e geldiğimde iyice mayışmıştım. eve de gitmeyi gözüm yemedi. ege diye bir arkadaşım vardı orada oturan. onu aradım. o gece orada kaldım.
bu olayın üzerinden 1 ay geçti. dayım hala benle konuşmuyor. özür dilemek için arıyorum, telefonu açmıyor. beykoz'a gittim geçen gün. görmezden geldi. açıkçası çok da sikimde değil.
***
rüzgar yüzüme çarparken hissettiğim huzuru son zamanlarda hiçbir şey sağlamadı. motorda hızlı hızlı giderken yüzüme vuran sahil havası. hayır, motor kullanmayı bilmiyorum. hatta motorcu olan arkadaşım ege'ye her fırsatta motorları kötüleyip, arabaların daha iyi olduğunu söylüyorum. ama motorun arkasında giderken, birazcık gözlerinizi kapadığınızda hissettiğiniz şeyi başka ne sağlayabiliyor ki? bu huzuru motoru kullananlar anlayamaz, çünkü onlar gözlerini kapatamazlar. belki de anlarlar, ne biliyim, hiç kullanmadım.
ege, sevgilisine evlenme teklifi edecekti. çıktık yola. caddebostan sahilinden başladık, kartala kadar motorla gittik. kız kartal'da oturuyordu. evinin oraya geldiğimizde ege benim telefonumdan kızı aradı. "ne! apartmanın aşağısında mısınız? gerizekalı mısınız?! gidin pastahanede bekleyin, babam şimdi binadan çıkacak!". ege'nin bunu duymasıyla gözleri fal taşı gibi açıldı ve son hızla koşmaya başladı. anlattığına göre kızın babası aşırı sert ve iri yarı biriymiş.
pastahane'de kızı beklemeye başladık. kız geldi. çay söyledik. üçümüz çay içip muhabbet ediyorduk. kararlaştırdığımız gibi ben 5 dakika yanlarında durup, daha sonra tuvalete gitmek için izin isteyecektim ve 5 dakika ortalarda olmayacaktım. o sırada ege teklifi yapacak, yüzüğü çıkartacaktı. 5 dakika geçti ve "ooo yenge benim de midem doldu" dedim.
"nasıl?"
"bokum geldi yani. ben bi' tuvalete gideyim, beş dakika ortalarda olmam."
"ayol rol de yapamıyo!"
kalktım gittim tuvalete. aynada yüzüme baktım. saçımı falan düzelttim. oyalanabildiğim kadar oyalandım. telefonda birini aradım ve biraz muhabbet ettik (kimdi hatırlamıyorum). bilerek işi gırgıra vurmuştum. çünkü ege ve deniz arasındaki ilişki bu şekildeydi. ben de onların yanındayken böyle konuşuyordum. sonunda yanlarına geri döndüğümde kız çoktan yüzüğü takmıştı. "buranın tuvaletine hiç sıçtın mı yenge? öneririm valla çok rahat!" dedim
dönüş yolunda ege bana teşekkür ediyordu. "oğlum valla çok sağ ol lan, beni yalnız bırakmadın böyle bir günde". bir şey değil dedim. "dur bak deniz'in bir arkadaşı var xxx diye (unuttum adını), sana onu ayarlıyım kız çok güzel ve iyi huylu biri. eski erkek arkadaşı ona çok kötü davranmış. sırtında sigara söndürmüş falan. ona iyi davranacak, onu üzmeyecek birini arıyorduk biz de. ona sahip çıkacak. senin kimseyi üzmeyeceğini biliyorum. yapayım mı aranızı?" dedi. ne çıkar ki dedim, içimden, "iyi yap o zaman" dedim. "amaaa, alkolü ve gece hayatını bırakacaksın. sana güveniyorum ama o kızın daha fazla üzülmesini de istemiyorum." dedi. "o zaman siktir et, gece hayatını bırakmam, alkolü sikseler bırakmam." dedim.
***
istiklal'de, barlardan bir tanesindeydim. tek başıma içmiştim ve kafam iyice kıyak olmuştu. yan masada bir arkadaş grubu vardı. kimdi onlar tanımıyorum. ama birileriyle çok fazla konuşasım vardı. ve itiraf edeyim, kızlar da güzeldi, bunun da bir etkisiyle yanlarına bir sandalye çektim. "dostlar, size şu dünyada en değer verdiğim insanlardan biri hakkında konuşacağım!" dedim. biranda yanlarına gelen bu sarhoşu hiç garipsememişlerdi. bunun sebebi onların da biraz kafalarının gidik olmasıydı herhalde. "kim?" diye sordular. "fyodor mihayloviç dostoyevski." dedim. ve kitapları, kişiliği hakkında döktürmeye başladım. bu benim içtikten sonra ilk dostoyevski'den bahsedişim değildi. son da olmadı. ardından freud'dan bahsetmeye başladım. konu iyiden iyiye cinselliğe geçiyordu. kızlardan bir tanesinin niyeti aşırı bozuktu. ben konunun gittiği noktayı beğenmemiştim. alkol bende cinsel isteksizlik yaratıyor.
konuyu değiştirmek için felsefeye girdim. masada duran bir telefonu gösterdim, "bakın şimdi, eğer tanrı yoksa, bu telefonla benim sonum aynı. yani yok olmak. sonu aynı olan bir maddenin diğerinden değer olarak farkı yoktur. doğal olarak bir insanla bir telefon arasında, hatta evrenle bir toz arasında ne değer farkı var ki? sonumuz aynı olacaksa bu kadar yaşamanın ne önemi var ki?" dedim. niyeti bozuk kız "ben seks yapabilirim ama telefon yapamaz" dedi gülerek. bir şekilde konuyu sekse getirmeyi beceriyorlardı.
madem bu konuları konuşamıyorduk, özel hayatımdan bahsetmeye başladım, dertlerimden sorunlarımdan. ama felsefe bırakmadı beni. tekrar felsefeye girdim bir şekilde. masadaki çocuklardan biri "hacı dinliyorum seni ama anlamıyorum. ama güzel konuşuyosun, anlat devam et" dedi. devam ettim.
sonunda kalkmaya davrandılar. kızlardan biri "şimdi xxx'e gidiyoruz (neresi unuttum), sen de gelmek ister misin?" dedi. herhalde alkollüyken daha mantıklı düşünüyorum ki "hayır" dedim.
***
pikniğe geri dönelim. kübra en son "tamam kalın ama ayıltın şunu" demişti. o sırada yine o ortamdan ama hiç muhabbetimin olmadığı bir kız beni kolumdan tuttu ve "ben bunu ayıltırım şimdi" deyip götürmeye başladı. ne olduğunu anlamamıştım. kız beni diğer insanlardan iyice uzaklaştırıp ormanın derinliklerine götürüyordu. ve o an içi fesat olan benim aklıma ilk ayıltma metodu olarak o malum şey geldi. hatta bayağı bayağı "kız beni papstırmaya götürüyor" diye düşündüm içimden ve sonra içimden bir başka ses "kaç arda kaç! hazır değilsin buna!" dedi ve kızın elinden kurtulup kaçmayı düşündüm. ciddi ciddi korktum kız benimle ilişkiye girecek diye.
sonunda bir hamağın yanına geldik. hamağın etrafındaki tek insan yerde oturup keman çalan bir çocuktu. kız beni hamağa yatırdı. yanıma oturdu ve "anlat bakalım niye bu kadar içtin? derdin ne?" dedi. ben de anlattım. sevdiğim kızdan bahsettim, onun için ne kadar çaba harcadığımdan, kendimi değiştirmeye çalıştığımdan bahsettim. ama sonunda bir arkadaşıma gitmişti kız. ihanete uğramama mı yanayım, ihanete uğrayan ben olduğum halde, o arkadaşım olacak puştun diğer insanlar tarafından daha fazla sevilmesinden dolayı "kötü adam"ın ben olmama mı yanayım bilemiyorum.
bunları anlattım işte. uzun uzadıya. tavsiye klasiktir; "siktir et."
daha sonra konu çizgifilmlere geldi. daha renkli konular konuşuldu. ama diğer konu unutuldu mu? belki belli bir süre.
***
rahatlamak için yazdım. belirli bir zaman sırası aramayın. aklıma ilk gelen olayları yazdım.
içiyor olabilirim, ama koşarak kaçmak ve saçmalamak dışında kimseye bir zararım olmadı (bir kaç olay hariç). en azından kimsenin sırtında sigara söndürmedim. (ki sigara içmem de)
işte böyle bir hayat benimki...
not: bu entry, bu entrynin bir nevi devamıdır: (#23695226) ama dediğim gibi, olaylarda belirli bir zaman sırası yok. isterseniz diğer entry bu entrynin devamı olsun...
edit: ayrıca doğum gününün sahibinden sonra özür diledim.
edit2: bu arada sonradan öğrendim ki keman çalan çocuk ilkokul arkadaşımmış. ama piknikte ikimizde bunu farkedemedik. hatta 1. sınıfta en yakın iki arkadaşımdan biriydi.