-sokakta yenen salçalı ekmekteki tadı başka hiçbir şeyde bulamamaktır.
-leblebi tozu yiyip, konuşmaya çalışmaktır.
-sulugöz çiğneyip, gözlerin yaşarmasını beklemektir.
-kolonya küplerini patlatmak, sonra da dünyanın en güzel kokusuymuş gibi her yerine sürmektir.
-aşkın ne demek olduğunu şıpsevdi sakızlarından öğrenmektir.
-sakızlarda çıkan geçici dövmeleri yapıp, hava atmaktır.
-pokemon izleyip, taso oynamaktır.
-muhabbet kuşu besleyip, "seni seçtim pikaçuuuu...!" diyerek kuşu fırlatmak, sonra da kaçan kuşun arkasından gözyaşı dökmektir.
-sobalı evde büyümek ve sobanın tüm nimetlerinden (ekmek kızartmak, kestane pişirmek, patates közlemek, üzerine portakal kabuğu koyup, o güzel kokularla birlikte sobanın arkasında sızmak) faydalanmaktır.
-leğende yıkanmaktır.
-mahalleden geçen sinek ilacı arabasının peşinden koşmak, kendini bulutların üzerinde sanmaktır.
-atari oynamak, mario'daki prensesi kurtarınca, dünyayı kurtarmış edasıyla hava atmaktır.
-akşam ezanı okunmaya başlayınca, ezan bitmeden evde olmak için deli gibi koşmaktır.
-tüm paranı meybusa yatırıp, sonra da iki gün hasta yatmaktır.
-teyp kasetini, kalemle ileri-geri sarmaya çalışmaktır.
-"gölgelerin gücü adına!" diye bağırınca bir he-man, bir sheila olacağını sanmaktır.
-power ranger'lardan illa bir tanesi olmak, olduğunu iddia ettiğin üyenin rengi neyse, yeni aldığın eşyaları da ona uydurmaktır.
-milenyum çağında jetgiller gibi yaşayacağımıza inanmaktır.
-ninja kaplumbağaları izleyip, lider leonardo olduğunu iddia etmek ama içten içe de michelangelo'ya özenmektir.
-çizgi film varken, insanlar neden müzik dinler diye de oturup düşünmektir.
kısacası doksanlarda çocuk olmak, gerçekten çocuk olmaktır. şimdikiler gibi büyüyüp de küçülmek değildir...