dibi dibi rek

entry532 galeri video6
    160.
  1. Doğdum, annem vardı, ilkokul yıllarında bahçemizde adaçayı içmeyi severdim en çok, bir de okumayı.
    Büyüdükçe masalların yerini, Goethe’nin ağdalı yazıları almaya başladı. Felsefeyi seviyordum.
    Evet evet büyüyordum.
    Kötülükler gözümü yanıltıyordu. Karanlıklar arasında var olmayı öğreniyordum. Boğuluyordum.
    iki şeyi hiç sevemedim. Vedaları ve iki sayısını.
    Kalp kırıklıklarıunutmak, hatırlamak, ağlamak, işte bu benim hayatımın özeti...

    --------

    (bkz: annem)

    Küçüktüm. Evimiz kocaman gelirdi. Bahçesindeki ıhlamur ağaçlarında ötüşen kuşlar uyandırırdı beni çoğu zaman. Evin içi hep sıcak ekmek kokusu...

    Uzaklardan annemin huzur veren sesi duyulurdu sabahları. Ne güzeldir annenin sesi.

    Annemin hazırlamış olduğu o güzel kahvaltıyı hak etmek için yapılması gerekenler belliydi. Yüzümüzü yıkayıp, yatağımızı toplamalıydık.

    Kocaman bir mutfağımız, camın önünde dut ağacının gölgesinde şirin bir masa, içinde meyve ağaçlarının eğilen dallarının süslediği, kedilerin oynadığı bir bahçe...

    Evimizdeki her detay annemin maharetli ellerinden geçmişti. Mutfak masasının üzerindeki beyaz örtümüz, yatak örtümüzün kenarındaki süsler, yediğimiz lezzetli yemekler, saçlarımın örgüsü, kardeşimin bembeyaz kolalı yakası, ütülü gömlekleri babamın, penceremizin önünde çiçek açan mor menekşeler, yün çoraplarım kışın ısıtan içimi, akşamları televizyon izlerken içilen ıhlamur, dizlerimdeki battaniye, yüzümdeki gülümseme, içimdeki huzur, hepsi annemin eseriydi.

    Evimiz annem kokardı. Annem ıhlamur kokardı, beyaz sabun kokardı, çiçek kokardı annem.

    Işığımdı annem. Güneşimdi, ayımdı. Bırakmazdı hiç beni. Hiç de bırakmadı. 25 yaşımda elimden tuttu, dışarı çıkardı beni. Gözlerimi açtı, arkamda durdu.

    Dik durmayı öğretti. Tek başına olmayı öğretti.

    Kızardım anneme, her işimi bana yaptırırdı, sanki annem gibi değildi. Ben dolaptan süt almak istemiyordum mesela, yatağıma süt getirsin istiyordum. O ise bana her şeyi öğretiyordu. Yaşamayı öğretiyordu, ben farkında değildim.

    Anladığımda 25 yaşındaydım ve yaşamaya korkuyordum.

    Küçük bir çocuk gibi annemin ellerine yapışmıştım. Bana dik durmayı öğret diyordum. Kötüyüm ben. Ağlıyordum. Annemse güçlüydü, ellerimden tuttu, arkamdaydı. Dut ağacından bahsetti bahçemizdeki. Çiçeklerimizden.

    Umut doldu içim, dünyaya tekrar gelseydim, yine annemi isterdim.

    --------

    (bkz: ilkokul)

    ilkokulda sıra arkadaşım beni sevdiğini söylediği için ağlamıştım çok. 17 sene geçmiş üzerinden. Sevmeye layık olmadığımı düşündüğüm için değil elbette, sevmeye ve sevilmeye utandığım içindi o göz yaşları.

    Bakamazdım gözlerime başka gözlerle bakanların gözlerine. Hala öyleyim. Utanmak, utanabilmek ne güzel bir meziyet, şimdi şimdi anlıyorum.

    --------

    (bkz: adacayı)

    annem ne zaman hasta olsak küçükken, hep adaçayı demlerdi.

    sevmezdim. kokusu, tadı ağır gelirdi, acıydı hem bir de.

    bir türlü ikna edemeyince annem beni, bir gün anlattı adaçayının hikayesini.

    "Bir gün bir kadın düşmanlardan kaçarken kendisini saklamaları için çayırdaki tüm çiçeklerden yardım istemiş, ama hiçbir çiçek ona yardım etmemiş düşmanın korkusundan. işte tam da o sırada adaçayı kadına sığınacağı kadar bir yer açmış.

    Kadın adaçayının sık yaprakları arasında gizlenip, düşmanın gitmesini beklemiş. Tehlike geçince de saklandığı yerden çıkıp adaçayına: "Bu andan sonra sonsuza dek insanların en çok sevdiği çiçek sen olacaksın. Seni, insanları tüm hastalıklardan koruyacak kadar güçlü kılıyorum. Bana yaptığın gibi, onları da ölümden kurtar!"

    işte o zamandan beri adaçayı, insanları iyileştirmek ve onlara yardım etmek için her yıl yeniden çiçekleniyor."

    işte ben o zamandan beridir adaçayını severim.

    --------

    (bkz: goethe)

    "Der sinnliche Mensch lacht oft, wo nichts zu lachen ist. Was ihn auch anregt, sein inneres Behagen kommt zum Vorschein."

    “Mantıklı insan sık sık gülünecek bir şey olmadığı halde güler. Onu kışkırtan her ne olursa olsun, verdiği tepki kendi iç huzurunu ifade eder.”

    Goethe okumam entelektüel seviyemin bir göstergesi değil, tamamen çaresizliğimin kanıtıdır. Kaç insan Goethe okuyabilecek kadar uzaklaşmıştır hayattan…

    Evden çıkmayalı 2 ayı geçmişti. . .

    Gökyüzü masmaviydi kesin. Ama ben gökyüzünün ne renk olduğunu düşünemeyecek kadar üzgündüm. Kıymetini bilemiyordum belki de elimdekilerin. Oysa güneşli günleri ne severdim.

    Tüm cesaretimi toplayıp beni dışarı çıkar, yoksa bir daha hiç çıkamayacağım, lütfen anne dedim.

    2 aydan fazla süredir, gelen hiçbir telefonu açmıyor, okula/işe gitmiyordum. izin vermiştim kendime. Kimseyi görmek istemiyordum. Eve gelen gidenler oluyordu, uzaktan sesler duyunca uyuyordum. Sonra yine yalnızlığa uyanıyordum. Saatin kaç olduğu, günlerden ne olduğu umurumda değildi.

    Ölüler şehrinde yaşıyordum. Ölüyordum.

    insan hayatın koşuşturmasında öldüğünü fark edemiyordu. Oysa ben ölüyordum ve bunun farkındaydım...

    Yavaş yavaş öldüğünü anlamak ne kadar zor.

    Sabahları erkenden uyanıp çalar saati 10 dakika sonrasına koyarsın da birazdan çalacak stresiyle uykun olsa da uyuyamazsın ya. Ölümü beklemek işte tam olarak öyle bir şey. Yaklaştıkça yaşayamıyorsun, oysa yaşamayı çok istiyorsun.

    Yalnızken, kimse yokken, yapacak bir şey yokken, çokça düşünüyor insan.

    Biri “Büyüyünce seninle evlenicem” diye ilkokuldaki hatıra defterime yazalı 17 sene geçmiş.

    “Yürüdüğün ağaçlı yolları hatırlıyorum” diyenin üzerindense tam 7 sene.

    “Sensiz yapamam, ölürüm” diyen birini bir başkasıyla göreli epey fazla...

    insanlara güvenmeyi unutalı 6 ay.

    Son nefesini verene kadar herkes bal gibi de yaşıyor. Birine sensiz yaşayamam demek çok saçma. Herkes gitmeye programlı. Birine bağlanmak, gittiğinde yıkılmak da saçma. Anı yaşamayı öğrenmek lazım. Bunu beceremeden mutlu olmaya çalışmak da saçma.

    Sahiplenmeye çalıştıklarımızla, sahip olduklarımız arasında kalan hayatlarız bizler. Ne kadar az sahiplenirsek o kadar mutluyuz. Ne kadar az bağlanırsak o kadar güçlüyüz.

    --------

    (bkz: yanılsama)

    5 yaşındaydım. Evimiz küçücük bir sokaktaydı. Gökyüzüne kaldırdığımızda kafamızı, apartmanları değil, bahçedeki dut ağacını, komşu teyzenin ıhlamurlarını, evimizin camının önündeki fesleğenleri görürdü gözlerimiz.

    5 yaşındaydım, anneme çok ısrar etmiştim dışarı çıkmak için.

    izin vermeyeceğini anlayınca da, ece'yi, hülya'yı, hasan'ı örnek verip benden küçükler ama onlar da oynuyorlar demiştim.

    Kıyamadı o zaman bana annem, izin verdi akşam ezanına kadar.

    Naylon terliklerimi giyip arkama bile bakmadan koştuğumu bilirim. Fikrini değiştireceğinden korkup.

    ilk defa o gün, güneşin batmasına epey vakit olmasını fırsat bilip, biraz da büyümüş olma hissine güvenip, yan sokağa geçmiştim.

    Annem kızardı, korkuyordum, ama yeni yerler keşfetmek istiyordum.

    Sokağın sonunda camları altından, rengarenk çiçeklerle bezeli, kocaman kırmızı bir ev gördüm.

    Böylesi bir ev ancak masallarda olurdu.

    Koştum, yoruldukça yürüdüm, yürüdükçe duruldum. Ne kadar yaklaşsam o kadar parıltıları gidiyordu evin. O kadar normalleşiyordu gözümde.

    Oraya vardığımda ise bunun güneşin bir oyunu olduğunu anlamamış, hala masalsı bir şeyler olduğunu düşünerek hayal kırıklıklarıyla evimin yolunu tutmuştum.

    Hayatımız da böyle değil midir zaten, gözümüzü alan ışığın peşinde koşarken yaşadığımız hayal kırıklıklarıyla dolu olan...

    --------

    (bkz: Karanlık)

    Korkardım küçükken karanlıktan.

    annem öğretmişti çok sonraları ışığı söndürmeyi, küçücük odamda yolumu bulmayı.

    Yatakta gideceğim yöne bakıp, sonra ışığı kapıyordum. Böyle böyle karanlıklarda yolumu bulmayı öğrendim.

    Şimdi ne zaman ışıkların söneceğini, karanlıklar içinde kalacağımı anlasam, gideceğim yöne bakarım o yüzden.

    insan çocuk alışkanlıklarından vazgeçemiyordur belki de bazen...

    --------

    (bkz: boğulmak)

    “insanın 2 seçeneği vardır, ya bütün gün karanlığa küfredersiniz yada güneşe yürürsünüz. Zamanla şunu öğrendim; bence aklın yolu kulaklardır, ağız değil. Kulaklardan beyne çok şey gider ağızdan ise gitmez, ağzınız bir karış açık dolaşıyorsanız bir şey öğrenemiyorsunuz demektir. Nereye gideceğini bilmiyorsan, hangi yoldan gittiğinin önemi yoktur. Yıldızlara dokunamazsınız ama karanlık gecelerde onlar size yol gösterir.” Ahmet Şerif izgören böyle diyordu.

    Karanlık gecelerde yol gösterici olabileceğimi düşündüğümün birine yardım etmeye karar vereli 3 sene geçmişti.

    Oysa nereye gitmek istediğini bilmeyen serseri bir kurşundu o. Bense biliyordum istediğimi. Çırpınıyordu denizin ortasında, çırpındıkça daha çok batıyordu. Oysa bilen bilir, boğulan birini kurtarmak zordur. Farkına varamazsınız, sizi de boğar. Kurtaramayacağınızı anladığınız anda yapılacak iki şey vardır. Ya siz de boğulursunuz, ya da elini bırakır, sularda kaybolmasını izlersiniz. Ben elini bıraktım ve kayboluşunu izledim. Çünkü yaşamak istemiyordu. Buna onu zorlayamazdım, zorlamadım. . .

    üzgün değilim. Elimden geleni yapmıştım, ama beni de karanlığında boğmasına izin veremezdim.

    Bizler sadece yaşamak isteyenlerin nefesi olabiliriz. O nefesi almak istemeyenlereyse yapılacak bir şey yoktur. . .

    --------

    (bkz: iki)

    Herkes uğurlu sayısından bahseder, bense uğursuzunu söyleyeyim.

    Telefon rehberinden rastgele birini arayıp hal hatır soralı iki ay oldu.

    Eski bir dostla tanışalı 3 ay, onu kaybedeli 2 hafta.

    En son ağlayalı daha 2 saat. . .

    --------

    (bkz: kalp kırıkları)

    “Öğrendik ki, iki şey asla terk etmezmiş insanı: Biri yanındaki ana, diğeri kalbindeki yara.”

    Ataol Behramoğlu böyle diyordu. 27 yaşında kalp kırıklıkları ile annemin dizinde boş bir odada kaldığımda anlamıştım gerçekti bu söz.

    Ne anam terk etti beni, yüreğimdeki yara.

    Zaman diyor kimileri, zaman neyin çaresi olabilir ki...

    --------

    (bkz: unutmak)

    kalbimi kıran herkese yapacağım en büyük intikam.

    --------

    (bkz: hatırlamak)

    kalp kırıklarımı ilk günkü gibi yaşamak...

    --------

    (bkz: ağlamak)

    kalp kırıklıklarımın gözlerimden fışkırması…

    --------

    (bkz: hayatımın özeti)

    Aleksandr Sergeyeviç’in dediği gibi
    “Tanrı hakikati görür, fakat bekler.”
    13 ...
bu entry yorumlara kapalı.
© 2025 uludağ sözlük