çok geçtim ben bu köprülerin altından, bu şehrin s'ur diplerinde çok güneşler doğurdum da, kimseye yar etmedim sancıyı, sur d'iplerine tutuna tutuna işte, bağırmadım bile sesin düşünce ellerime..
gitmek bazen en çok kalmakmış ya da gidenmiş aslında terkedilen, ben bunu öğrendiğimde saat on ikiyi seyrek geçiyordu, yani hep ucu ucuna yetişilmiş zamanları sık d'okuyarak defol'u üretim safhalarından da geçtim, bilmez kimse..
"gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?"
küfre'ngi bakışlar mırıldanırken sen, ben elimde kalan külleri yeniden yakmakla meşguldüm, hani belki'lerin iğreti duruşlarıyla inilti kıvamında "kendine iyi bak"ların çarpımını içimde karelere b'ölüyordum, kalan; sıfırdı hep, tamsay(g)ılı rakamlar saatlere düşüyordu işte, on ikiyi seyrek geçiyordu..
"bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe"
eflatun demiştim, eflatun koymuştum göğün adını, eflatun kubbeler, eflatun sufleler inşa edilmiyorken şimdi bu gölgelerin ardından rengâhenk yıldızlar ifşa etsen ne çıkar, ne çıkar göğ(s)ünden..?