beyazıt yerleşkesinin bundan sonra hep hüzün olarak tanımlanacağı üniversite.
tanım kısmını geçtiğime göre asıl yazmak istediğime geleyim. lise zamanı, hani hazırlanıyoruz ya üniversiteye, hani nasıl deli oluyoruz üniversite fotoğraflarına bakıp, hani şuralarda okusak diye daha fazla deneme çözüyoruz ya işte o dönemdeyim. okul, üniversiteye gezi yapıyor, yazdırdık bir ümit adımızı. kontenjan dolmazsa alıp götürecekler üniversite gezmesine yani. benim de netler falan çok iyi değil hani, bırak istanbul'da istediğim bölümü, en kuytu üniversite puanlarını bile garantileyecek puanım yok. hocalar da durumun farkında "seneye de girersin üzülme" gibi konuşmalar yapıyorlar yalnız bulduklarında beni. belki de moral olsun diye gidecekler listesinde ben de vardım. 3. derse girmeden bahçede olun gideceğiz, dendi. bekledik biraz; neyse ki birazdı, bindik gittik.
ilk yabancı diller fakültesine gittik, orada istediğim bölüm yok diye hayal kurmadım. birkaç kız "aa, yaa, hocam çok güzel" dedi, ayrıldık sonra. peşi sıra fen/edebiyat fakültesinin edebiyat girişine gittik. aklımda iki bölüm var birisi burası. ver ettim hayal kurmayı. sosyoloji yazan kalın kitapları, hani cep hizasında elde tuttuğun pozisyon var ya orada tutan çocukları gördükçe hayal kurmaktan delirecek noktaya geldim. dangalak, okumaya mı gidiyorsun amerikan tarzı hayat yaşamaya mı? cevabım ikinciydi. tamam okuyacaktık ama öğrenciliği de en saçma en deli haliyle de yaşayacaktık. amacım buydu. neyse yemekhane filan da gezdiğimize göre en istediğim iletişim fakültesine doğru yol alabilirdik. kafilenin en önünden gidiyorum, üniversiteli yürüyüşü yapıyorum amerikan amerikan. iletişim fakültesi hayal ettiğim gibi büyük değildi ama çok tatlıydı. öğrenciler bile diğer fakültelerden başkaydı. kendine ait dünyası vardı. ara geçiş yerde olmasına rağmen kendine ait dünya kurmayı becerebilmişti. daha fazla istedim haytayı. kantine gittim, hiç amerikan kantinleri değil oturmuş çay içiyorlar tarkovski konuşarak. ulan allah'ım daha da seviyorum bu yeri. ulan tarkovski konuşanlar sevilir mi diye soruyorum kendime ama benim sevdiğim çocukların tarkovski konuşması değildi. kantinde çay dönencesinde derse girmeyerek arkadaş muhabbetini ve tarkovski'yi dert edinmiş bunun üzerine konuşmayı değer bulmuş adamlardı işin aslı. evet, adamlar derse girmemek için geyik çeviriyor da olabilirdi. ama bu aylaklık bile başlı başına onları sevmem için yeterdi. konuşun ulan o yaşlarda tarkovski'yi sonra zaten şey olacak.
neyse hayaller kura kura eve dönüşü de tamamladık. tabii benim netler hala kötü. güzel hayal kuruyorum diye netler yükselmiyor. bu arayı anlatmıyorum, uzadı zaten. kazandık işte iletişim fakültesi'ni, aldık okul kimliğini beyazıt turu atıyoruz ders aralarında gezeceğimiz. bir arkadaşım da türk dili kazandı, onunla geziyoruz. yeni arkadaş edinmedim yani ilk günden. gerçi 4 yılda da edinemedim sosyofobilerim yüzünden. hani hikaye tarkovski konuşabildiğim güzel insanlara gelmeyecek, burada ilan edeyim.
velhasıl okul başladı, okuyoruz falan yıllar da geçiyor tabii. ders devam zorunluluğu da yok bizim bölümde fazla. okula az uğruyoruz, doğal tabii arkadaş yok. insanlara bakıp bakıp kaçıyorum. hayır, aslında çok iyi insanlar. ama sosyofobi şeyleri işte.
şimdi mezun oldum, 4 yılı geçirdiğim okul gözümde hiç iyi anamadığım yer oldu. okurken farkında değilsin de şimdi bakınca 4 yıl çok fazla. ziyan dört yıl daha fazla. oğlum hiç hocalar da sevmedi beni, birkaçı iyi davrandı şebekliklerimden dolayı. niye sevmediniz bile diyemedim. ben de kendimi sevdirebilmek için çabalamadım. derdim başkaydı. işte klasik aşık olma yılları, geçinebilme ayakları, sosyal kimlik problemleri falan. bunlar olmasaydı kendimi sevdirecektim valla. ben, zaten kendimi sevdirmeden kimse sevmiyor beni. küçükken amcam beni sevmiyor diye annem babama dert yanarken babam da "e o da diğerleri gibi sırnaşsın, severler onu" demişti. baba, ne diyeyim sana? baba, bir lafı diyorsa doğru mu? sevilmek için sırnaşmak. belki de amcama kırgın olduğum için kendimi sevdirme işlerine hiç bulaşmadım yine kırılmamak için, ne bileyim.
neyse, mezuniyet sonrası diyordum. işte o daha fena. geride kalan 4 yıla baktığımda ne öğrenciliğin hakkını verip günümü gün ettim ne de sevilmek için uğraştım. çok arkadaşım, dostum da olmadı. olanlarla da savaş halindeyim galiba, bilmiyorum bunu da. istediğim istanbul üniversitesi değilmiş, istediğim çay ısmarlama vaadiyle kandırıp kantinde aynı dertler ekseninde konuşabileceğim arkadaşlarmış. 4 senem çöp, geç kaldım demiyorum hiç yaşamadım ve yaşamayacağım zamanlar diyorum buraya. akşamın 8'inde ne bu hüzün diyorum şimdi yazarken ama yağmur var dışarda. bu soruyu sormak ayıp.
şimdi; birini suçlayayım en azından bundan sonrası içim ses çıkarabildiğim belli olsun diyorum, onda da kime kızacağımı bulamıyorum. amcama mı, babama mı, tarkovski diyen çocuğa mı, yoksa çaya mı?
niye yazdım kısmı; çok güzel demiş aynı yaralardan beslendiğim abi: "biraz da sen ağla"
not 1: şimdilerde kantinin zeminine rezervuar köpeklerinin afişini basmışlar, gelenler daha amerikan hayaller kuracak.
not 2: bir fakültenin kendi dünyası olması önemli. iletişim böyle bir yer olmasaydı dertsiz mi olurdum acaba?