''kordinatör öğretmen olarak geldim'' dedim, kapının hemen yanında bulunan masasından beni dikkatlice süzen sekretere. ''stajerler için mi'' diye sordu, teyit ettim ''buyrun'' diyerek beni camekanla ayrılmış ufak odaya yönlendirdi. yavaş adımlarla odaya girip masa başında oturan adamla tanıştım, stajerin gelip gelmediğini sordum. geliyordu, ''şu kağıtlar imzalanacak'' dedim. gösterdiğim yerler tek tek imzalandı. ''çay söyleyeyim'' dedi veto ettim zira gideceğim şirketler vardı. masanın üzerinde kısmen dağınık duran kağıtlarımı acemice toplayıp çantama tıktım. prosedür işlerinden dolayı birbirini tanımak zorunda olan 2 adamın soğukluğuyla el sıkıştık. ''iyi günler...'' dedikten sonra bitmişti işim. 5 dakika sürmemişti belki? çıktım şirketten devlet imzalattığım kağıtları teslim ettiğim anda 30 lira daha yazacaktı bankada ki hesap haneme. bu kadar kolay mıydı?? yani, mutluydum. sırada başka bir firma vardı, oraya doğru yola koyuldum...
****
dışarıdan öyle izlenim vermesem de soğuk yapılıyımdır, sevmem insanları. hayat denen kibrit ateşinde tek sohbetleri çıkar üstüne kurulu olan mahluklar topluluğu. bu kadar kötü vasıflara sahip türü tanımlamak için kullanılan ''insan - insanlık'' kelimesinin iyi manalara gelmesi her zaman düşünmüştür beni. lakin insan zorda kalınca alışır bok kokusuna bile, kim bilir??? belki hayatın kendisi berbat kokulu bir yerdir? belki o yüzden ağlar yeni doğmuş bebekler sonra alışır. burnu kokuyu almaz olur, sanar ki iyi bir yer. başlar debelenmeye. hele bide para kazanırsa kendini kral sanar, pek salaktır insanoğlu.
neyse dediğim gibi zorda kalınca alışıyor insan. benim gibi insanlardan muzdarip olan bir kişi de alıştı ev arkadaşına hızla, 2-3 gün içinde...
geçenlerde ''hadi biraz tur atalım'' dedi henüz 2 haftadır tanıdığım ev arkadaşım. ''neden olmasın'' dedim. ''mantıklı...'' , ''anahtarını al benimkini bulamadım'' dedi gülümseyerek. bulaşıcı bir hastalığa yakalanmıştım bana birisi gülümsediği anda ben de gülümserdim. ''tamam'' dedim suratımda yine şu nedensiz gülümseme, ''aldım, hadi çıkalım...''
yavaş adımlarla indim merdivenden. aklımda almam gerekenlerin yazılı olduğu word dosyasını bulmaya çalışıyordum. doğru yaa havlu!!! evet, ''havlu alacaktım ben'' dedim ev arkadaşıma. ''tamam'' dedi. ''ben bi yer biliyorum oraya gidelim.'' dükkana doğru yürümeye başladık, hava kapalıydı. şehrin merkezinden geçiyorduk. ''burada eskiden saat kulesi vardı'' dedi arkadaşım. artık yoktu zamanı bile bedava öğrenemiyorduk.
''nerede dükkan'' dedim. ''hemen şurada'' diyerek adımlarını hızlandırdı, bende ise hızlı gitmek gibi bir telaş yoktu. amacım yeni geldiğim şehirde dükkanları tanımaktı. ''büfe, bilgisayar servisi, manav...''
o sırada fırının yanından geçerken dikkatimi camına yapıştırılmış yazı çekti ''bayat ekmek 50 kuruş...'' ve hemen üzerinde bir başka yazı ''ekmek 75 kuruş...''
her iki kağıtta yıpranmıştı, belli ki uzun süredir önce yapıştırılmışlardı. demek şu güzelim ülkemde 25 kuruş için bayat ekmek yiyen insanlar vardı. nasıl olurdu be??? bi eve ne kadar ekmek lazım olur ki günde??? 2-3??? hadi 4 tane. 1 lira lan!! bi evin tamamen bayat ekmek yiyerek edebileceği kar günlük 1 lira!! amk bütün ayda 30 lira lan!! bunun için bayat ekmek yiyen insanlar var!!!
o şirketten çıkışım aklıma geldi. kendimden utandım, canım sıkıldı. ''havlu almaktan vazgeçtim'' dedim arkadaşıma ''neden'' dedi gülümseyerek. ''bilmem ki'' dedim, gülümsemedim. ne önemi vardı?? nasıl üzerine koku bulaştığını anlamadığım kötü kokan havluma silerdim elimi. hem insan değil mi bu, kötü kokuya alışırdı....